11 yıl önce Susurluk Çetesi ortaya döküldüğünde sistem temizlenecek sanmıştık, olmadı. Yüksekova Çetesinde de öyle. Şemdinli davasının tanığı eski Hakkari Milletvekili Esat Canan’a göre maalesef Şemdinli’de de durum farklı değil.
ESAT CANAN / Eski Hakkari milletvekili
11 yıl önce Susurluk Çetesi ortaya çıktığında sistemin temizleneceğini sanmıştık, olmadı. Birçok insanımızın ölümüne neden olan Yüksekova Çetesi de çökertilmedi. 9 Kasım 2005 günü aynı zihniyetin Şemdinli’de suçüstü yakalanmasına rağmen bu işin de kapatılacağı, daha işin başında belli olmaya başlamıştı. Üstelik AB sürecine ve hatta başta Başbakan olmak üzere hükümetin ‘kararlılık’ ifadelerine rağmen.
Çünkü herkesin gözleri önünde meydana gelen olayın failleri Jandarma İstihbarat Teşkilatı’na mensup kişilerdi ve bunlara zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı sahip çıkmıştı ve böylesi vahim bir olayı ‘basit bir adli vaka’ konumuna indirme çabaları başlamıştı. Bu nedenle sivil mahkemede haklarında 39’ar yıl hapis istenen sanıkların, davanın askerî mahkemeye intikalinden sonra ilk duruşmada tahliye edilmiş olması sürpriz değildir. Dava dosyasının dönüp dolaşıp askerî mahkemeye ulaştırılmasının amacı da buydu.
‘Tabii hákim’ ilkesi
Şemdinli davası, hem Türkiye’nin hukuk sistemiyle ve demokrasisiyle doğrudan bağlantılı hem de Türkiye’nin siyasi yapılanmasına ayna tutan bir davadır. İki kişinin öldüğü, birçok kişinin yaralandığı, bir kitapçının havaya uçtuğu bu davanın sanıklarının askerî mahkemede yargılanabiliyor olması başlı başına bir sorundur. Olayın askerî bir yönünün olduğunu söylemek hukuk devletinde mümkün değildir. Dolayısıyla meselenin en önemli boyutu, iki başlı hukuk sisteminin ortaya çıkardığı çarpıklıktır. Zira sanıkların yargılandıkları askerî mahkemenin bağlı olduğu kurumun en tepesinde, sanıklar için ‘Tanırım iyi çocuklardır’ diyen Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt vardır.
Şemdinli, yargıdaki çift başlılık sorununu çözme fırsatını vermişti aslında. ‘Tabii hákim’ ilkesi uyarınca asker kişiler sırf askeri suçları (firar, emre itaatsizlik, askeri malzemeyi hasara uğratmak gibi) dışında Türk Ceza Kanunu’na giren suçları nedeniyle sivil yargıda yargılanabilselerdi belki bir mesafe kaydedilebilirdi. Şemdinli davası basit bir adli vaka değil, önemli bir davadır.
Sistemi çürüten hukuk dışılıklarla ve bölgedeki görevlilerin uygulamalarıyla hesap verme sürecini başlatacak bir fırsat olarak görülmeliydi. Bölge halkının ve kamuoyunun beklentileri de bu yöndedir ama gerçeğin ‘devletin yüce çıkarları için’ örtülü kalmasının tercih edildiği anlaşılmaktadır. Oysa hukuk devletinin, hukuk içinde çözemeyeceği hiç bir sorun olamaz, olmamalıdır. Büyük devlet, sorunlarını çözerken hukuk dışı yollara tenezzül etmez, hukuk dışı oluşumlara izin vermez, sabıkalı itirafçılara görev vermez.
Devlet herkese lazımdır. Ancak devlet kutsallaştıkça insan önemini, onurunu yitirir. Böyle ülkelerde devlet için kurşun sıkanlar şerefli oluyor. Türkiye, Şemdinli davasında seçimini hukuk devletinden değil, kutsal devletten yana yapmıştır. Bu nedenle de hukuk devletini isteyen Van Cumhuriyet Savcısı mesleğinden ihraç edilmiştir. Savcının görevini eksik ya da yanlış yaptığı tartışmaları rafa kalkmıştır. Zira eksik ya da yanlış görev, en fazla disiplin cezası gerektirir. Meslekten men ise savcıyı ‘İlahlara verilen adak’ haline getirmiştir. Diğer savcı ve hákimlere verilen gözdağıyla yargı bağımsızlığını adeta ortadan kaldırmıştır.
Savcı görevini yapmıştı
Suçüstü yakalanan sanıkların yargılama sürecinde başarı belgesiyle onurlandırılması, olayı gören Şemdinli halkının tanıklığına itibar edilmeyeceğinin açıklanması, görevini yapan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın mesleğinden ihraç edilmesi, Araştırma Komisyonuna bilgi veren İstihbarat Daire Başkanı’nın görevinden alınması ve olaya tanıklık eden bir milletvekili olarak benim TBMM Araştırma Komisyonu’na alınmamam gibi durumlar, olayın kapatılmak istendiğini gösteriyor.
Van Savcısı, Şemdinli davasıyla ilgili olarak içinde generallerin de bulunduğu bir iddianame hazırladı ve kızılca kıyamet koptu. İddianamenin altında ille de rejime komplo arandı ve ‘Koskoca general nasıl suçlanır’ dendi. Oysa bağımsız, sivil yargı, askeri yargı konularını çağdaş hukuk devleti açısından ele alabilmelidir.
Suçlanan kişi sivil olunca farklı, asker olunca farklı iddianame mi hazırlanmalı? Asker de, sivil de Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit yurttaşları ve bu eşitlik mahkeme önünde de geçerli olmak durumunda değil midir? Sivile ayrı, askere ayrı hukuk uygulanacaksa bunu çağdaş hukukun içine nasıl oturtacağız?
Şemdinli bir fırsattı
Şemdinli davası, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasının, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde 30 yıldan beri süren ve bölge halkını mağdur eden hukuksuzlukların, hukuk dışı oluşumların keyfi ve hukuka aykırı faaliyetlerinin, hem hukuku hem demokrasiyi çürüten bu uygulamaların deşifre edilmesinin ve yargı yoluyla sorgulanmasının yolunu açacak bir davadır. Davayla ilgili bu kadar gürültü koparılmasının nedeni de budur.
Savcının, iddiaları temellendirebilmesi için ve son bomba olayına geçmişten bugüne nasıl gelindiğini anlatabilmesi için bu bölgede nelerin olduğunu, nasıl bir sistem uygulandığını, devletin askeri gücü ne gibi oluşumlara gittiğini değerlendirmesi ve soruşturması doğaldır. Çünkü bölgede 30 yıldan beri asker görev yaptı. Sivil otoriteler, askerin yönlendirmesi ve emri altında hareket etti. Burada Jitem, özel tim, koruculuk, itirafçılık gibi sistemler kuruldu. İtirafçılardan yararlanılarak provokatif eylemler yapıldı. Bölge halkı hem tahrik, hem mağdur edildi.
Komisyon da boyun eğdi
Olayın siyasal denetim boyutuyla ilgili olarak kurulan TBMM Araştırma Komisyonu, Susurluk deneyimine rağmen ürkek davranmış, çalışmasını hukuk devletinden değil, kutsal devletten yana tamamlamıştır. Eksik bir rapor hazırlamıştır. Kaldı ki rapor eksik haliyle dahi genel kurulda görüşülüp tartışılmamıştır. Raporda özellikle dikkat çeken bir yön siyasal sonucun çıkarılmamış olmasıdır.
Meclis komisyonları siyasal denetim amacı ile kurulur ama Şemdinli Komisyonu’nun hazırladığı raporun değerlendirme bölümü siyasal nitelikli sonuç ve saptama içermemektedir. Bu da komisyonun olaya, gerçeğin bir bölümünün örtülü tutulması peşin fikriyle yaklaşmasının sonucudur.
Raporda ayrıca kamuoyunu tatmin edecek bir öneriye de rastlanmamakta, bu durumun dayatmacı bir sınırlamaya uyulmuş olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kısacası Araştırma Komisyonu çalışmasında savcının gösterdiği cesareti gösterememiş, sistemin çizdiği ‘çerçeve dışına taşılması yasağına’ boyun bükmüştür. Kısacası bütün suç delilleriyle birlikte hálá ortada duran Şemdinli davasının, faili meçhul hale sokulması, Türkiye’nin yararına olmayacaktır, çok ihtiyaç duyduğumuz karşılıklı güven ortamına da olumlu katkı yapmayacaktır.
24.12.2007 | |
No comments:
Post a Comment