Ali Bayramoğlu , Yeni Şafak , 21 Aralık 2007
| 21 Aralık 2007 | |||||||||
| | ||||||||||
Ali Bayramoğlu alibayramoglu@tnn.net Fazıl Say: Siyaset ile hezeyan, mücadele ile kapris arasındaki fark Fazıl Say tartışması bir türlü dinmiyor. Say'ın “Türkiye'de biz kaybettik, onlar kazandı; onlar yüzde 70, biz ise yüzde 30 kaldık; kızımı da alıp Türkiye'yi terk edeceğim...” sözleri, gazete yazarlarından entelektüellere, bakanlardan Cumhurbaşkanı'na kadar hemen herkesin tepki verdiği bir tartışma olmaya devam ediyor… Tartışmadaki hararet gösteriyor ki, sorun bir kişi sorunu değil, Fazıl Say meselesi değil… Ortada bir zihniyet meselesi var… Bir seçkin türünün siyasallaşmasıyla ilgili bir mesele ve toplumuyla kurduğu ilişki meselesi var… Kanıtlar da ortada: Say'ın sözlerinden hareketle ülkenin siyasi ve toplumsal analizini yapmaya soyunmak… Rahatsız oldum diyenin kişisel rahatsızlığını toplumsal gerçek olarak kabul ya da ilan etmek… Sanatçı ve demokrasi arasında mutlak bir doğru orantı kurmak… Tüm bunlar aslında “düşkün bir elitizm”in tezahürlerinden öte şeyler değil… Aslında önce şunu söylemek gerekiyor, söylendi, ama tekrarı gerekiyor: Bu manasız tartışmayla Türkiye'yi vatandaşlıktan çıkarıldığı, düşüncesinden dolayı mahkum olduğu, ölüm tehdidi altında bulunduğu için terk etmek zorunda kalmış ve bunları ülkesini kendi doğru bildiği istikamette etkilemeye çalıştığı için yaşamış insanlara gerçekten ayıp oluyor… Siyaset ile hezeyan, mücadele ile kapris arasındaki fark bu kadar sıradan ve görünmez olmamalı… Oluyor… Fazıl Say'ın kimi çevrelerden aldığı aktif destek, bu desteğin adeta yeni bir siyasi kampanyaya dönüşmesi, ülke seçkinlerinin muzdarip oldukları sembolik bozukluk hastalığını ve bu hastalığın entelektüel çıtayı ne denli aşağıya düşürdüğü, “anti-entelektüel” bir sonuç ürettiğini ortaya koyuyor. Özgürlük ile sembol, demokrasi ile yaşam biçimi arasında ilişki kurmak, dahası demokrasiyi bir ayrıcalıklar sistemi olarak algılamak, hem anti-entelektüel bir tutumun temelinde yatar, hem otoriter cemaatçi bir zihniyetin… Sorun da aslında buradadır. Bu sorun “bir yüzü çağcıl ve bireyci diğer yüzü köhne ve cemaatçi bir seçkin dokusu”nu resmetmektedir. Bu nasıl bir seçkin anlayışı ve yapısıdır ki, gündelik hayatında, üretiminde, kendi içinde özgürlüğü ve bireyciliği şiar edinir, buna karşılık yaşam alanı söz konusu olduğunda bu alanın gerek tanımında gerek yönetiminde gerekse oluşumunda baskıcı, denetimci bir cemaatçiliğe soyunur? Cemaat alanında davranış kodları koyan, doğru ve yanlışı vaaz eden dogmalara göre yaşar? Genişletin tartışmayı… Dünyanın en iyi üniversitelerinde eğitim görmüş, birkaç dil birden konuşan, soyutlama düzeyi yüksek elitlerin, en sevdiği ve özdeşleştiği gazete yazarları, dört kelimeden fazlasıyla cümle kuramayan ya da sandık sonuçlarına öfke püsküren, askeri darbeye davet eden kalemler nasıl olabilir? Oluyor… Çünkü onlar hayal ettikleri toplumla gerçek toplum arasındaki mesafenin derinliğinde boğulup kalıyorlar, böyle olunca gerçek toplumla ilgili hezeyanlar yaşıyorlar… Oluyor… Elbet istediğini söyler, istediğini yapar Say… Ama teknik bir eksiklikten dolayı katılamadığı cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna katılanlar hakkında “ıvır zıvır insanlar” diyebilen birinin söylediklerine saygı duymak mümkün olabilir mi? | ||||||||||
No comments:
Post a Comment