Monday, December 31, 2007

Değerlerin evrimi ve ideal tip

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=217600


Yasin Ceylan , Radikal , 06/04/2007


Değerlerin evrimi ve ideal tip

Değerlerin evrimi ve ideal tip
İLÜSTRASYON: HİCABİ DEMİRCİ
İnsana ait her şey zamana tabidir. Hem kendisi hem de düşündükleri. Kendisi fani olan bir varlık, içinde, baki olan bir şey bulunduramaz. Değişmezlik, ezeliyet ve ebediyet, insan için sadece bir özlemdir. İnsan, zamansal, akıl sahibi bir varlık olarak, ruh ve bedeniyle sürekli bir değişim içinde...

06/04/2007

YASİN CEYLAN (Arşivi)

Zamanın madde üzerindeki etkisi kolayca gözlemlenmesine karşın, kavram, ruhsallık ve değerler üzerindeki etkisi aynı düzeyde fark edilmez. Bu durum, çoğu insanı, hatta bazı düşünürleri, soyut nesnelerin devamlı ve zamana mukavim oldukları savına götürmüştür. Maddenin sürekli şekil değiştirmesi, onu güvenilmez bir unsur yaparken, zihinsel ve ruhsal ürünler, kalıcı ve değişmez sıfatlarını kazanarak sadakate değer bulunmuşlardır.
Böyle bir düşünceden, ruhun ve ruhsal her şeyin, madde ve maddi her şeyden üstünlüğü kanaati çıkmıştır. Bir 'değer' olarak maddenin süfliliği ile mananın ulviliğini en sistematik şekilde savunan ve bunu felsefi temellere dayandıran Eflatun'dur (MÖ 427-347). Etkisi yüzyıllar sürecek olan bu sav, İskenderiyeli Plotinus'un (MS 204-270, İslam geleneğinde adı: Eflutin'dir) yeni bir yorumuyla Yeni Eflatunculuk olarak, ortaçağın bütün düşünce merkezlerini şekillendirilmiştir. Sami kavminin üç semavi dini bu akımın cazibesinden kurtulamamış, ruh temelli bu felsefeyi, pagan kültürün bir hediyesi biçiminde, kendi tektanrılı dünya görüşlerine bir payanda olarak kullanmışlardır. Din ve Eflatunculuk karışımını en başarılı şekilde başaranlar, Yahudilikte İskenderiyeli Philo (MÖ 15-MS 50), Hıristiyanlıkta Aziz Augustin (MS 354-430) ve İslam'da Farabi (870-950) ve İbn Sina'dır (980-1037).
Eflatun'un ruh temelli felsefesine, benzer ağırlıkta bir felsefeyle karşı çıkan, öğrencisi Aristo'dur (MÖ 383-322). Aristo'ya göre Eflatun'un, insanın temel müşküllerini çözmek için ortaya koyduğu çözümler, bu sorunları çözmek yerine, onları daha da zorlaştırmakta ve insanı gerçeklikten koparmaktadır. Ancak Aristo felsefesi, Eflatun'un sunduğu güçlü metafizik romantizmi karşısında pek tutunamamıştır. Bu durum, Miladi onikinci asra kadar devam etmiş, Ibn Rüşd'ün (1126-1198) Aristo'yu Batı dünyasına yeniden tanıtmasıyla etkisini yitirmeye başlamamıştır. İbn Rüşd'ün Aristo'ya sadakati o kadar büyüktür ki, Farabi ve İbn Sina'yı, sırf, Aristoculuğa Eflatunculuğu karıştırdıkları için eleştirmiştir. Ona göre böyle bir kirlenme yüzünden İslam âleminde felsefe, Gazali gibi bir mütekellimin hışmına uğrayarak mağdur edilmiştir.
Kimi düşünüre göre, bugünkü Batı medeniyeti, başlangıç noktasını Aristo'nun yeniden dirilişinden almıştır. Çünkü Eflatun'un ruhundan yüz çevirip maddeye bakan, maddeye değer veren odur. Bu yeni medeniyetin temel dayanağı madde olduğuna göre, bu keskin zihinsel dönüş, bir bakıma, Eflatun felsefesinin yenilgisi ve Aristo düşüncesinin zaferidir.
Bugünkü Batı dünya görüşü, başlangıcını, her ne kadar, eski Yunan'ın pagan kültüründen almışsa da, şu andaki kavram ve kurumlarıyla kendine özgü bir mecraya geçmiştir. Bu sebeple, bu medeniyetin özelliklerini eski kültürlerle ilişkilendirmenin artık bir anlamı kalmamıştır.
Şimdi, ruh-beden, mana-madde, akıl-duyu ikileminde önceliğin ikincilere verilmesi, geleneksel ideal insan tipinin belirlenmesinde köklü değişikliklere yol açmıştır. Ruh ve mananın öncelik kazandığı dünya görüşünde, makbul insan modeli ile beden ve maddenin önce geldiği dünya görüşündeki ideal insan modeli birbirinden tamamen farklıdır. Yeni insan tipine geçmekle nelerin kayba uğradığını şöyle sıralayabiliriz:

    a) Eski dünya görüşünde maddeden bağımsız olarak varlığı kabul edilen, ruh, Tanrı, insanüstü soyut değerler,

    b) Gayb âlemi, öbür dünya, ölümsüzlük,

    c) İlahi bilgi(vahiy),

    d) Kutsal metinler,

    e) Ruh disiplini, ruhun yücelmesini hedefleyen eğitim, maneviyata dayalı erdemler,

    f) İnanç-ahlaksal eylem birlikteliği,

    g) Metafizik,

    h) Teoloji,

    i) Madde-bilgi ayrılığı,

    j) Ritüeller.

Yeni dünya görüşü, madde ve madde bilgisini temele almakla, eski dünya görüşünde önemli olan ve idealleştirdiği ideal insan (insan-ı kâmil) modelinde görmek istediği özellikler, gereksiz sayıldığı gibi, kendisini geliştirdiği insan modelinde bunlardan bir veya birkaçının bulunmasını da bir eksiklik saymaktadır.
Hegel'in (1770-1831) aklın diyalektik dinamizmi felsefesini ciddiye alırsak, insan akıl ve ruhsallığının zaman içindeki macerası, eksiklikten bütünlüğe, hamlıktan olgunluğa doğrudur. Bilim tarihçileri ve bazı çağdaş filozoflar, bilim alanında bir teorinin, doğruluğunu yitirip yerini yeni bir teoriye terk etmesi, bu eski teorinin bazı sorunları çözmede yetersiz kalmasındandır. Yeni teori, daha kapsamlı önermelerle çözümsüz kalan sorunları çözüme kavuşturur. Buna göre bilimde son ulaşılan teori, eski teoriye göre bir gelişme ve tekâmüldür.
Bu prensibi sosyal alana uygularsak, insanın tarihsel yürüyüşünde, ruhsallıktan bedenselliğe, manadan maddeye geçmesi bir gelişme midir? Az gelişmişlikten çok gelişmişliğe doğru bir hamle midir? Başka bir deyişle, maddi olana sıkı sıkıya bağlı, başına buyruk, Tanrı'yla ilişkisini kesmiş, belki de onun varlığına inanmayan, ibadet ve dua etmeyi gereksiz ve hatta psikolojik bir sapma olarak algılayan, bedensel hazlarını doyurmaktan çekinmeyen, yalnız dünya için çalışan, ölümden sonraki hayata inanmayan ve öyle bir hesabı olmayan, başarıyı ve kurtuluşu dünya yaşamıyla sınırlı, nitelikli bir mutlulukta arayan insan, yukarda betimlemeye çalıştığımız ruhu ve soyutları esas alan insan modeline göre daha gelişmiş ve olgunlaşmış bir model midir?
Böyle nahoş bir soruyla karşılaşmak, doğruluğundan emin olabileceğimiz bir cevabı da zorlaştırır. Çünkü karşılaştırmakla karşı karşıya kaldığımız iki modelin hem iyiliklerinden, hem de kötülüklerinden söz edebiliriz. Şöyle ki:
Eski dünya görüşündeki ruh merkezli insan, kendi kıymetinin ötesindeki değerlere inanmasına karşın pek de erdemli davranmamıştır. Büyük şeylere inanarak küçük işler yapmıştır. Hatta büyük şeylere inandığı halde büyük günahlar işlemiştir. Nitekim semavi yüceliklere inanan insanların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, inançsızların işledikleri suç ve günahlarından geri kalmamıştır. İnançlar, insandaki kötülük damarını teoride terbiye etmiş, ama pratikte dizginleyememiştir. Eski model insan, neyi bilemeyecekse onu bilmeye çalışmış, bu nedenle de bilim üretememiştir. Bilinmesi gerekenlerin başına Tanrı'yı getirerek O'na en büyük haksızlığı yapmıştır. Onu tanımak ve tanımlamak için ciltlerle kitap yazmış, bu kitaplarla inanmayanı inanca getiremediği gibi, yazdıkları, sonunda hem kendisini, hem de okuyan, herkesi şüpheye düşürmüştür.
Ruh merkezli insan, birkaç inanç ifadesini, iyi ve kötü, bizden ve bizden olmayan, dost ve düşman, Tanrı'lı ve Tanrı'sız gibi kategorilere esas alarak, bu inanç ifadelerini kabullenmeyenlerin insanlıklarını reddetmiş ve yok edilmelerini erdem saymıştır.
Ruh merkezli kurumlar, insanlığı, kötülükten ve günahların sebep olduğu musibetten kurtarma vaadiyle ortaya çıkmışlardır. Ancak, zaman içinde, insanların bilinçlerini eğri ve yanlış bilgilerle doldurarak, onlara en büyük zulmü yapmıştır. İnsanlar, bu kurumlardan kurtulmuş olmayı, geçmişinde başarılmış bir zafer olarak anımsamaktadır.
Kötülüklerin sayımı bahsinde, yeni insan da eskisinden geri kalmamaktadır: Doğa bilgisinden (bilimler) beklenen iyilikler gerçekleşmemiştir. İnsanın doğruya yönelmesi için madde bilgisi yeterli olmamış, madde-üstü soyut değerlere ihtiyaç duyulmuştur. Maddeye aşırı yoğunlaşma, insanda hırsı, bencilliği alevlendirmiş, daha önce birkaç inanç sözcüğü için birbirini katleden insanlar, bu sefer, birkaç fayda nesnesi için birbirlerini boğazlamıştır. Son yüzyıl içindeki iki dünya harbi bu yeni tip insanın marifetlerindendir. Özgürlük adına, her türlü bedensel haz meşru sayılmış, asırlar boyu dinlerin yasakladığı cismani zevkler, insan şerefini ve zürriyetini tehdit edecek seviyede, modern kültürün bir parçası haline gelmiştir. Ahlaki eylemde pragmatist (sonuca yönelik) prensip egemen olmuş, sırf iyilik adına bir eylemde bulunmak, gerekçeden yoksun ender bir vaka haline gelmiştir. Modern bireyin ürettiği bilim ve teknoloji, kısa vadede, büyük yararlar sağlamakla birlikte, doğaya verdiği zarar göz önünde tutulursa, uzun vadede, iyilik mi kötülük mü getireceği sorgulanır hale gelmiştir.
Ancak, her şeye rağmen, yeni insan modelinde, değerlerdeki evrimin dar alandan geniş alana doğru ilerlediğini söyleyebiliriz. Daha önceleri kan ve inanç bağına dayanan insan kimliği, modern zamanlarda daha hümanist, kapsayıcı değerlere yerini bırakmaktadır. Gerçi bu ifadeye "Ulus-devletin koyduğu değerler dinsel değerlerden daha mı kapsayıcıdır?" diye itiraz edilebilir. Evet, ulus-devletin ortaya koyduğu değerler dindaşlık değerlerinin gerisine düşmüştür. Ancak güzel olan şudur ki, bu değerler, küreselleşme ve kritik düşünce kültürü karşısında dağılmaya yüz tutmuştur.
Sonuç olarak iki şey söyleyebiliriz:

    1. İnsana ait her şey zamana tabidir. Hem kendisi hem de düşündükleri. Kendisi fani olan bir varlık, içinde, baki olan bir şey bulunduramaz. Değişmezlik, ezeliyet ve ebediyet, insan için sadece bir özlemdir.

    2. İnsan, zamansal, akıl sahibi bir varlık olarak, ruh ve bedeniyle sürekli bir değişim içindedir. Ancak, bu değişim sürecinde, içindeki kötülük unsurunu küçültemiyorsa, buna gerçek anlamda tekâmül demek doğru değildir.


Prof. Dr. Yasin Ceylan: ODTÜ Felsefe Bölümü öğretim üyesi

AKP, İslam ve modernleşme

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=241994&tarih=19/12/2007

Yasin Ceylan , Radikal , 19/12/2007


AKP, İslam ve modernleşme

Türk laik kültürünün Avrupa'daki laik rejimlerle paralel gitmediği, AB sürecinde bizden istenen sosyal, kültürel ve ekonomik reformlar göz önünde tutulunca, apaçık ortada

19/12/2007

YASİN CEYLAN (Arşivi)

80 yıldan beri laik bir rejimle yönetilen Türkiye'de, iktidarda din merkezli bir partinin olması, şaşırtan bir hadise olarak, hem yurtiçinde hem de yurtdışında birçok siyasi analizin konusu olmuştur. Ayrıca, böyle bir iktidar, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze kadar geçen sürede, seküler bir zemine iyice oturmuş olan ordu, yargı ve üniversitelerin, rejim konusunda derin kaygı duymalarına sebep olmuştur. AKP yöneticilerinin, bir taraftan İslami inanç ve yaşam pratiklerine bağlı kalmaları, diğer taraftan, Avrupa Birliği'ne katılım projesi için liberal demokratik değerler bazında reformlar yapması, bu iktidarın düşünce ve niyetleri hususunda kafa karışıklığına yol açmıştır. Aynı iktidar, Batılı değerlere sahip çıkarak, Atatürk'ün dünya görüşünü paylaşmadığı halde, onun ideallerine yaklaşırken, onun ilkelerinin temsilcisi olduğunu iddia eden anamuhalefet, çağdaş Avrupa sosyal kriterlerine şüpheyle bakmakla, onun uzun vadeli emellerinden uzak düşmüştür.

Diğer ülkeler
Bu manzara bize, Türkiye'de, hem İslami unsurun, diğer İslam ülkelerindeki İslami akımlardan, hem de, laik unsurun Batı dünyasındaki versiyonlarından farklı bir seyir takip ettiğini göstermektedir.
Türk laik kültürünün Avrupa'daki laik rejimlerle paralel gitmediği, Avrupa Birliği'ne girebilmek için bizden istenen sosyal, kültürel ve ekonomik reformlar göz önünde tutulunca, apaçık ortadadır. 80 yıl önce, laik bir yönetimi, bu yönetimin kaynağı olan Batı'dan almış olan Türkiye'nin, neden hâlâ aynı noktada kaldığı, neden laik kültürün kaynağındaki gelişmeleri kendi hanesine aktarmadığı, ayrı bir analiz konusudur. Ancak burada, kısa, birkaç söz söylenebilir: Batı'da laik rejimler, din-dünya kutuplaşmasından sonra, galip gelen antitez olarak yerleşmişken, bizde, ithal edilen yeni bir ürün olarak takdim edilmiştir. Cumhuriyet'in kuruluşundaki diğer bazı reformlar gibi, zihinsel altyapısı henüz hazırlanmamıştı. Hatta, dine alternatif bir dünya görüşü iken İslam'la uzlaşan bir nazariye olarak sunulmuştur. Laikliğin meşruiyeti için İslam'dan fetva gereği, o yanlış başlangıcın bir mirasıdır. Nedense bu ülkede zıtlıkların açıkça çarpışmasından hep korkulmuştur. Yüzeysel bir uzlaşma uğruna, çatışan unsurların kimlikleri ya gizli kalmış ya da çarpıtılmıştır.
Laik dünya görüşünün yerleşmesi için vazgeçilemeyecek şart, zihinlerin eleştirel düşünce sürecine geçişidir. Başka bir deyişle, transandantal kaynaklara bağlı değişmez dogmalardan kurtulup, kaynağı dünyanın ötesine geçmeyen değişebilen prensiplere geçmektir. Bu da, zihinlerde şüphe unsurunun aktif hale gelmesiyle mümkündür. Modernitenin temelinde, tüm teorik önermelerde şüphe etme hakkı yatar. Bütün radikal devrimlerde gerekli olan mevcut anlayışın sistemli eleştirisi, Cumhuriyet devrimlerinde yeterince yapılmamıştır. Bu sebeple, laik prensipler, yeni bir dinin dogmaları gibi algılanmıştır. Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçişin heyecanı yaşanmamış, sadece yaşanmakta olan bir dinden henüz bilinmeyen bir dine geçişin endişeli ruh hali yaşanmıştır.

Vahim yanılgı
Bu sebepledir ki Türkiye'deki laik kesimler, laikliği, kavram dinamiklerinden yoksun, dince yasaklanmış birkaç günahı işlemekten ibaretmiş gibi algılarken, dindar kesimler, onu sadece din-devlet işlerinin ayrılığı olarak kabul etmişlerdir. Bu vahim yanılgının bir ifadesi, sayın Başbakan'ın "Devlet laiktir, ama birey laik olmayabilir" sözüdür. Bu sözün bir yorumu, laiklik sadece din ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılması demektir. Bunun ötesinde bir şey değildir. O zaman, laik bir rejimde bireylerin kafasını herhangi bir şey doldurabilir. Dinsel dünya görüşü bu şeylerden biridir. Buna göre, devletin yönetim çarkı, dine dayanmadığı sürece, o ülkedeki rejim laik bir rejimdir; böyle bir devletin başına dünya görüşü bir dinin inançlarına dayanan bir kişi oturabilir. Eğer bu yorum isabetliyse, AKP iktidarı bunun somut örneğidir.
Laiklikten yana halinden hoşnut görünen AKP iktidarı, laik yaşam felsefesini keyfi olarak, içi boş ruhsuz bir düzeneğe indirerek, onun temel kavram ve değerlerini yadsımış veya çarpıtmıştır. Karşılarında teoriden yoksun yetersiz bir muhalefet de olunca, bu konuda başarılı görünmüşlerdir. Halbuki laik bir rejimde elbette dindar bir fert bulunabilir. Bu ferdin din anlayışı öznel bir metafizik fanteziyi geçmiyorsa, günlük eylemlerinde dinsel onay beklentisi yaşamıyorsa, bu ferdin durumu laik rejimle çelişmez. Ancak laik bir rejimde, bir ferdin din kabulü, onun tüm dünyasını kapsıyorsa, her eyleminde dine uyumluluk, tanrı emrinin yerine getirilmesi endişesi taşıyorsa o kişi, elbette laik toplumda yaşamaya devam eder, ama marjinal bir vatandaş olarak. Hele o kişi, öznel doğrularını nesnel doğrular olarak hemcinslerine yaymaya çalışınca, rejim hakemlerince suçlu addedilir. Bu tavrın meşruiyeti tarihsel bir gerçekliktir.
İdeal demokratik özgürlükler savıyla bu gerçeklik 'haksızlık' diye nitelendirilemez. Bir rejimin, kendisiyle temel yargılarda çakışan bireylerin saldırılarına, özgürlük adına cevaz vermesi, kendisine inanmaması demektir. Bu da yeni özgürlüklerin kazanılması bir tarafa, mevcutları da tehlikeye sokar. Eleştiri meşruiyetinin kriteri, tarihsel bir dönemde egemen olan bir dünya görüşünün temel yargılarının tüm taraflarca paylaşımıdır. Ancak, mevcut dünya görüşünden daha geniş erdemler sunan yeni bir dünya görüşünün kök ilkeleri, yürürlükteki yaşam tarzının kurucu prensipleriyle doğal olarak hesaplaşacaktır. Bunun metodolojisi farklıdır. Bu yazının konusu da değildir. Hem böyle yeni bir dünya görüşünün belirtileri, dünyanın medeniyet merkezlerinde henüz ortaya çıkmış değil. Diğer taraftan, Türkiye'de mevcut rejimle mücadele eden kimseler, yeni bir dünya görüşünün savunucuları değil, terk edilmiş bir yaşam programının dirilticileridir.

'Ilımlı İslam'
AKP iktidarı, basit bir düzeneğe indirgenmiş bir laik rejimde, İslami dünya görüşüne inananların yönetimi olarak, 'ılımlı İslam modeli' biçiminde, yabancı gözlemcilerce dile getirilince, buna hem iktidar ve dinciler, hatta mütedeyyinler, hem de laik geçinenler karşı çıktı. 'Ilımlı İslam modelini İslamı savunanlar, İslam dininden taviz olarak, laikliği savunanlar da laiklikten taviz olarak görmüşlerdir. İki taraf da 'ılımlı İslam modeli'ni reddetmekte ittifak etmişlerdir, ancak ayrı gerekçelerle. İki tarafın da yine ayrı gerekçelerle laik dünya görüşüşünü anlamayıp çarpıttıkları gibi. Ancak, iki taraf da hoşlanmayacak ama, AKP yönetim tarzı, bazı görünürdeki unsurlara rağmen, ılımlı İslam modelidir.
Şimdi gelelim "ılımlı İslam modeli'nin analizine. Bu tabir, İslam ile modernitenin bir arada zoraki var oluşuna verilen bir isimdir. Bu zoraki durum nedeniyle, bu tabir, yabancı gözlemci dışında kimseyi memnun etmemektedir. Bu memnuniyetsizliğin gerisinde İslami dünya görüşü ile modern Batı medeniyetinin temel değerleri arasındaki çatışmanın bir sonuca bağlanmaması yatar. 19'uncu asrın son dönemlerinden günümüze kadar, İslam uleması, bu çatışmaya bir çözüm bulamadığı gibi, modernite taraftarları da, İslam dinini sosyal yaşamdan sıyırıp camiye hapsedecek kadar bir üstünlük elde edememiştir. Batı dünyasında modernitenin zaferi kilisenin fetvasına bırakılmadan, çetin bir mücadeleden sonra kazanılmıştır. Kilise, mağlubiyet gibi zorunlu bir durum karşısında teorik bir revizyona uğramış, birey ve toplumun yaşam alanlarından çekilmiştir. İslam âleminde ise, İslam'ın tanrı merkezli kutsal değerleriyle modernitenin insan merkezli dünyevi değerleri arasında zamana yayılan açık bir mücadele olmamış, laik yaşam modeli, Türkiye'de, yeni bir kanunun çıkarılması ve uygulanması gibi, kolay bir yenilik olarak algılanmıştır. Nüfusun çok az bir kesiminin okuryazar olduğu, aydın sayısının fevkalade eksik olduğu bir ortamda, bu tür, aslında çok dramatik olması gereken bir geçiş, bir şekilde tutmuştur. Ancak eğitimin, toplumun farklı tabakalarına yayılmasıyla bu konuda, hem benimseyenler hem de benimsemeyenler nezdinde sorunlar belirmiştir.

Teori ve pratik
Laik yaşam felsefesinin hem teorik ilkeleri hem de pratikteki faydaları bir eğitim modeli olarak yeni nesillere aktarılmadığı için bu yeni anlayış, mevcut olan İslami yaşam modeline, tam anlamıyla rakip olamamıştır. Bu sebeple, Müslüman devletlerin modernleşme adına attığı her adım, karşısında, İslam'dan esinlenen bir direnç görmüştür. İslam dininin Müslüman dünyasında, her türlü değişime karşı koyarak, dirilip, tüm badireleri atlatarak, 21'inci asra güçlü bir akım olarak girmesi, hayret edilecek bir hadisedir.
Ernest Gellner bu hadiseyi İslam'a mahsus bir 'öz'ün yılmadan zaman içinde diri kalması olarak nitelemiştir. İslam'ın bu özelliğinden cesaret alan bazı İslamcı düşünürler, modernleşmenin sekülerleşme (bir bakıma laiklik) olmadan da başarılabileceğini iddia etmişlerdir. Profesör Ahmet Davutoğlu bunlardan biridir. Bu şekilde düşünen Müslüman entelektüeller, modernleşmeyi, sosyal değerler alanındaki bir değişimi gereksiz bularak, sadece, Batı dünyasında mevcut olan bazı bilim ve teknoloji kurumlarının benzerlerinin İslam ülkelerinde kurulması olarak tanımlarlar. Bu yaklaşıma göre, İran İslam Cumhuriyeti, son yıllardaki endüstri ve silah sanayi alanlarındaki hamleleriyle modernleşmeyi başarmış bir ülkedir. Dolayısıyla, hem geleneksel İslam hem de modernleşme pekâlâ bir arada yaşayabilmektedir.
Böyle bir modernleşme tanımının gözden kaçırdığı en önemli husus modernleşmenin teorisi olan modernitenin aslında sosyal değerler ve kavramlar bakımından tarihsel bir devrim olduğu gerçeğidir. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, bu sosyal değerlerdeki değişimin sadece uzantılarıdır. Bu değerler değişiminin başında da, dinsel referanslardan kurtulmak gelir. Bu ilkeyi içermeyen bir modernleşme, orijinaline aykırı düşeceği için, zaten gerçek bir modernleşme değildir.
Şimdi AKP'nin, temelinde modernitenin yattığı, AB'ye giriş şartnamesini kabulü ve bu amaçla bir dizi reform tasarılarını kanunlaştırması ne anlama gelir? Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşundan beri, Kemalist reformların korunması adına baskı altında tutulan inanç ve düşünce özgürlüğü gibi bazı özgürlükleri elde etmek için mi? Yoksa Avrupa'ya entegrasyonla ekonomik kazançlar mı hedefleniyor? Ancak, bizim taraftan amaç ne olursa olsun, şartları diğer taraf koymaktadır ve bu şartların bir kısmı, sosyal değerler ve kavramlar alanındaki değişimlerdir.
Reform gerektiren bu şartlar, İslami yaşam biçimiyle çelişmektedir. Nitekim, 2005'te zina ile ilgili çıkarılan kanunda, AB ülkeleri, TBMM'ye baskı uygulamış, İslam hukukuna uygun düşecek bir kanunun çıkmasını engellemiştir. Diğer taraftan, türban konusunda özgürlük talebiyle AİHM'ye başvuran kız öğrencileri hayal kırıklığına uğramışlar, özgürlüklerin hukuksal mercii diye bildikleri bu mahkemeden ret cevabı almışlardır. Mahkeme yargıçları, bir bireyin tanrının emrine itaat adına kıyafetini belirlemesini bireysel özgürlükten saymamıştır. Başörtüsünün nedeni dinsel vecibe değil de, bireysel bir seçim, zevk veya hazz olsaydı bu özgürlüğün verilmiş olacağı kanaatindeyim. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüz Avrupası'nda egemen olan dünya görüşü, bilinç üzerinde dinsel bir otoriteyi reddetmektedir. Bu da, postmodern savlara rağmen, Batı dünyasında Modernitenin zihinsel kurgusunun devam ettiğinin kanıtıdır. Diğer bir kanıt ise, yazılmakta olan AB anayasa taslağına tanrı isminin, Katolik Kilisesinin tüm, çabalarına rağmen konulmamasıdır.
Avrupa Birliğine hâkim olan zihniyet, böyle bir aleniyet arz ederken, İslami bir kimliği benimsemiş olan AKP yöneticilerinin 'muasır medeniyet'e ulaşmak adına ona doğru koşmaları kolay anlaşılır bir durum değildir. 'Muasır medeniyet', Atatürk'ün kullandığı bir tabirdir. Onun kastettiği, dünkü ve bugünkü Avrupa medeniyetiydi. Onun bu idealinde çelişkili bir durum yoktu. Çünkü, yanında bu idealle ters düşecek bir kimlik taşımıyordu.

AKP'nin ikircikliği
AKP iktidarı için kullanılan ve Türkiye'nin laik karakterini gölgeleyen 'Ilımlı İslam' tabiri, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerekçelere bakılırsa doğru bir nitelemedir. Aynı iktidar için yurtiçindeki bazı laik çevreler tarafından 'Laikliğe sözde değil, özde bağlılık gerekir' gibi itham içeren sözler ve AKP'nin İslamlaştırma gibi gizli niyetlerinin olup olmadığını sorgulayan ifadeler, AKP'nin Batı ile Doğu arasında gidip gelen ikircikli ruh halini ortaya koyan durumlardır.
AKP kurmaylarının İran ve diğer bazı İslam ülkelerindeki şeriata dayalı katı bir İslam modelini benimsediklerini sanmıyorum. Nihayet kendileri de, üç çeyrek asırdan beri uygulanan ve kısmen seküler olan bir kültürde yetişmişlerdir. Müslüman dünyasındaki köktendinci akımlarının hiçbiri, böyle bir avantaja sahip değildir. Ancak, kafalarında, çağdaş değerler ile İslami değerler arasında, yol haritası niteliğinde bir program yoktur. Böyle bir yol haritası, diğer İslami hareketlerin bünyesinde de mevcut değildir. Çünkü yukarıda işaret edildiği gibi Batı Medeniyeti ile İslam arasındaki çatışma, henüz bir sonuca bağlanmış değildir. Bu sebeple, halktan gizledikleri niyetlerinin de olduğu kanısında değilim. Eğilimleri söz konusudur. Bunların nerede ve ne zaman, hangi tarafta görüleceğini kendileri de bilemezler. Geçen beş yıllık iktidarlarında, bu eğilimlerin şartların insafına bırakıldığını gördük.

Prof. Dr. Yasin Ceylan: ODTÜ Felsefe Bölümü

Voltaire : ‘Sizin görüşlerinize katılmıyorum. Ancak o görüşleri söyleme hakkınızı sonuna dek savunacağım’

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140832


Sami Selçuk , 31 Aralık 2007



Voltaire’ler hálá azınlıkta

31 Aralık 2007



Sami Selçuk

Voltaire’ler hálá azınlıkta

Say, özetle ‘Ülkemden gideceğim. Onlar yüzde yetmiş, biz yüzde otuz. İslamcılar güçlendi. Türkiye karanlığa gidiyor’ dedi.

Kanımca Say’ın demecinden çok tepkiler önemliydi.

İzledim ve bekledim.

Ve Türkiye’de ‘tarih tekerrür etti’.

Tıpkı Pamuk olayında yaşandığı gibi.

Çok az kişi konuya nesnel yaklaştı.

Ülkesini bırakıp giden ilk sanatçı olmayacaktı ki Say. Daha önce nice sanatçılar, bilim adamları, aydınlar ülkelerinden ayrılmışlardı.

Nazi Almanya’sından kaçıp çeşitli ülkelere ve Türkiye’ye sığınanlar olmuştu.

Faşist ülkeleri bile yeğleyenler vardı. Ezra Pound gibi.

Ama çoğu bunaldıkları katı rejimlerden kaçmışlardı. Stefan Zweig, Naipaul, Edward Said gibi.

Tarihimizde de pek çoktu, bunun örnekleri.

Osmanlı’da Prens Sabahattin, Namık Kemal, Ziya Paşa, Agáh Efendi, Ali Suavi’ler vb...

Erken Cumhuriyet döneminde Refik Halit, Adıvar’lar vb yüz ellilikler...

Daha sonraları Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Zekeriya Sertel, Nazım Hikmet, Cem Karaca, Demir Özlü’ler vb...

Türkiye’nin, ne yazık ki, bu konuda sabıkası kabarıktı.

Elbette hoş değildi, bu.

Ağırlık, ‘biz/onlar’ ayrımına verildiğinde, Say’ın, demokrasinin çoğulculuk/farklılıklara saygı ilkesini kavramadığı, kimilerini ötekileştirdiği belliydi ve yanlıştı.

Ağırlık, ‘İslamcılar güçlendi’ sözcüklerine verildiğinde ise, ‘biz İslamcı, dinci değiliz’ diyen bugünkü iktidar ile Say buluşuyordu.

Bu nedenlerle herkes, özellikle de iktidar seçkinleri Say’ın demecini önemsemeliydi.

Çoğunluk ise, konuyu ‘cemaatçi yaklaşım’la ele aldı.

Bu yaklaşım özünde yanlıştır. Çünkü şu temel kuralı sürgit savsar: Bir insan, yaşamı boyunca a’dan z’ye bütünüyle ne yanlıştır ne de doğru. Sıradan biri doğru; sıra dışı biri yanlış yapabilir pekála.

Bu kural, Say olayında da unutuldu.

Cemaatçilerden ‘bizciler’, tıpkı 19. yüzyıl Fransa’sındaki Dreyfus’çüler gibi, Say’a arka çıktılar. Onun demecinden yola çıkarak, iktidara, ‘ onlarcılar’a, hatta AB’cilere, özgürlükleri savunanlara saldırdılar.

Cemaatçilerden ‘ onlarcılar’, tıpkı Dreyfus karşıtları gibi, Say’a, ‘bizciler’e saldırdılar.

Ayrıntıya girmeyeceğim.

Beni ilgilendiren, Say’ı kınayan, aşağılayan yargılardır.

Bir görüşe karşı, en ilkel tepki, düşünen insana ve beynine yakışmayan öfkedir; kınama, aşağılama da bu ilkel tepkinin ürünleridir.

Aslında Say, kendisi istemese bile, yararlı bir iş yaptı.

Birincisi, onun sayesinde tartışma düzeyimizin yetersizliği ortaya çıktı.

İkincisi, düşünceyi açıklama özgürlüğünü henüz sindiremediğimiz belli oldu.

Shaw neler dememişti ki, İngilizler hakkında: ‘Burası İngiltere mi tırmarhane mi? (...) İngiltere, İngiliz zenginliğinin kutsandığı bir tapınak ve bakirelerin satıldıkları bir pazardır (...) İngilizler, şaşkın, kibirli, budaladırlar (...) Bu ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı yeğlerim’.

Ancak İngilizler uluslarını, İngilizliği aşağıladı diye bu yazarlarını cezaevlerine sokmayı düşünmediler.

Biz ise, demokrasi bağlamında görüşlerini çürütecek yerde, Orhan Pamuk’a yaptığımız gibi, Say’ı da yurt haini, halk düşmanı ilan ettik, ona ‘istediğin yere git’ dedik. Onu eleştirmedik, kınadık, aşağıladık.

Oysa hukukun bu konudaki yanıtı bellidir: Düşünceyi açıklama özgürlüğünün varlık nedeni, her gün yinelediğimiz görüşleri açıklamak değil, toplumu ve bireyleri sarsan, yadırganan görüşlerin sergilenmesini; yeni tez ve antitezlerle toplumun gelişmesini sağlamaktır.

Bu özgürlük, herkese tanınan ve herkesin kullanacağı bir haktır.

Eğer sarsıcı görüşleri sergilemeyi bir hak olarak görüp, bu hakkı, onu çiğnemeye kalkışanlara karşı koruma ödevini yerine getirmiyorsak, aramızda demokrasiyi de, düşünce özgürlüğünü de, hukuku da henüz algılayamayanlar var, demektir.

Her gün dine yollama yapanlara da bir çift sözüm olacak: Tek tanrılı dinlerin, özellikle İslam’ın temel ilkesi şudur: Kesin/tam bilgi Tanrı’ya özgüdür. İnsanın bilgisi, görecelidir/değişkendir/eksiktir. Bu yüzden bir başkasının görüşünü eksik, yetersiz, yanlış bulabilirsiniz. Ancak kendi görüşünüzün kesin/tam olduğu varsayımıyla başkasını kınar, aşağılarsanız tanrılığa özenmiş olursunuz.

Bildiğimce bu, en büyük günahtır; haddini bilmezliktir.

Özetle, beğenmesek de, Say’ın bu görüşlerini dış dünyaya yansıtma hakkı vardır. Dahası, herkes Say’ı ve görüşlerini hoş görmekle yetinemez. Hoşgörüde ‘katlanma’ öğesi vardır. Katlanmanın ötesine geçmek ve onun bu görüşlerini yansıtma hakkını kullanmasını savunmakla yükümlüdür, her insan.

Bu yükümlülük/ödev, her şeyden önce Say’ın görüşlerine katılmayanlara, iktidar sahiplerine düşer.

Üçüncü olarak diyeceğim de şu: Say olayı, çoğumuzun demokrasi sınavında kaldığımızı gösterdi.

Voltaire gibi, bizim doğrultumuzda düşünmeyenlere, ‘Sizin görüşlerinize katılmıyorum. Ancak o görüşleri söyleme hakkınızı sonuna dek savunacağım’ diyebildiğimiz gün bu sınavı geçeceğiz.

Say olayı, Voltaire’lerin azınlıkta olduğunu kanıtladı.

Beni tedirgin eden de, olayın bu yönü.

Laiklik bazen ‘dinsizlik’ de olabilir

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140833



Laiklik bazen ‘dinsizlik’ de olabilir

31 Aralık 2007



Mustafa Akyol

mustafaakyol@stargazete.com

Laiklik bazen ‘dinsizlik’ de olabilir


Türkiye’de yürüttüğümüz bazı kısır tartışmaların altında, ortak kavramlara farklı anlamlar yüklememiz yatıyor. Laiklik bunların belki de en önemlisi. Bu ilke için çok zaman ‘ din ve devletin birbirinden ayrılması’ diye bir tanım yapılır ve bence bu doğrudur. Dahası bu anlamdaki laiklik, hem din, hem devlet, hem de toplum için iyidir. (Neden öyle olduğu, bir başka yazının konusu olsun.)

Ama bazıları ‘ laiklik’ten ve onu ‘ korumaktan’ söz ederken başka bir şeyi kast ediyorlar. Onların aklındaki, sadece devleti değil, aynı zamanda toplumu ve bireyleri de dinden ayırmak.

19 Aralık tarihle Radikal’de yayınlanan Prof. Dr. Yasin Ceylan imzalı ve ‘ AKP, İslam ve modernleşme’ başlıklı yazı, bu konuda okuduğum en açık sözlü metinlerden biriydi. ODTÜ felsefe bölümü öğretim üyesi olan Prof. Ceylan, laikliğin aslında ‘ dine alternatif bir dünya görüşü’ olmasına rağmen, bu ‘ çarpışma’nın Türkiye’de açıkça yapılmadığından yakınıyordu. Ona göre laikliğin doğru anlamı ‘ sadece din ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılması’ değil, ‘ Tanrı merkezli bir yaşam tarzından insan merkezli bir yaşam biçimine geçiş’ti. Ve bu yaşam biçiminin tüm topluma yerleşmesi gerekiyordu.

Bu tanımıyla laiklik, toplumun ‘ sekülerize edilmesi’, daha Türkçe söylersek ‘ dinsizleştirilmesi’ projesidir. Bunu dobraca ifade ettiği için Sayın Ceylan’ı kutlamak gerek.

Peki ama niçin gerekmektedir böyle bir proje? Verilen cevap, ‘ moderniteye geçiş’tir. Çünkü Ceylan ifadesiyle, modernlik, ‘ transandantal kaynaklara bağlı değişmez dogmalardan kurtulup, kaynağı dünyanın ötesine geçmeyen değişebilen prensiplere geçmektir.’

Aynı yorumu bazı İslamcı yazarlar da yapar. Onlar, elbette, moderniteye karşı çıkarlar. Oysa hem anti-modernist İslamcılar hem de modernist din karşıtları çok önemli bir noktayı atlamaktadır: Tek bir modernite yoktur. Kafalarındaki model, kıta Avrupası ve özellikle de Fransız tipi modernleşmedir. Bunun dinle çatışarak geliştiği de doğrudur. Ancak Anglo-Saksonların hikayesi tamamen farklıdır. Amerikalı tarihçi Gertrude Himmelfarb’ın ifadesiyle, İngiliz ve Amerikan modernleşmesinde din bir ‘ düşman’ değil ‘ müttefik’ olarak görülmüştür.

Bu konuda geniş bir literatür vardır. Max Weber’i okursanız dindarlığın iktisadi gelişmeyi nasıl ateşlediğini, Alexis de Tocqueville’i okursanız, Amerikan demokrasisinin din sayesinde nasıl güçlendiğini öğrenirsiniz. Britanya tarihini incelerseniz, bilimsel gelişmelerin ve sosyal reformların ardındaki dini motivasyonları keşfedersiniz. Ama Türkiye’nin sekülerist aydınları, Fransız Aydınlanması’yla tanımlanmış (ve bolca da Marksizm’e bulanmış) dar bir modernlik anlayışına sahip oldukları için, modernleşmek için ‘dinsizleşmek’ gerektiğinde ısrar ederler.

Oysa ne modernleşmek için dinden kopmak gerekir, ne de dinden kopmak modernliği garantiler. ‘ Transandantal kaynaklara bağlı’ bir inanç, eğer kendi içinde bir yenilenme (‘tecdid’) dinamizmi taşıyorsa, neden ‘dogmatik’ kalacaktır ki? Dahası, ‘ kaynağı dünyanın ötesine geçmeyen prensiplerin’ değişime açık olacağı nereden bellidir? Komünizmin kaynakları ‘bu dünyada’ değil miydi? Ve komünizmden daha katı bir dogmatizm gördünüz mü?

O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Bugün Türkiye’de dış politika, ekonomi veya Kürt sorunu açısından kimlerin en dogmatik tavrı gösterdiğine bir bakın. İlhamlarını ‘ gökten ve gaipten’ değil, ‘ bu dünyadan’, hem de sadece 70-80 yıl öncesinen alan çevreleri görürsünüz. Beyinleri ‘ seküler’, ama alabildiğine ‘ değişime kapalı’dır.

Çarşamba devam edeceğim, ‘ dinsizleştirme’ anlamındaki laikliğin ardındaki yanılgılara. Şimdilik, mutlu yıllar.

Siyasi cinayetler önleyici terör müdür ?

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140827


Nevzat Tarhan , 30 Aralık 2007



Siyasi cinayetler önleyici terör müdür?

30 Aralık 2007



Siyasi cinayetler
önleyici terör müdür ?

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Ortadoğu ve Asya tarihi siyasi cinayetlerle doludur. Siyasi cinayetlerin en az yaşandığı devletler tarihi çok azdır.

Güç odaklı siyaset sistemlerinin adalet odaklı siyaset sistemlerinden farklı olarak siyasi cinayetler ve kontrollü toplumsal krizleri çıkarttığını biliyoruz.

Özel jargonu ile “iti ite kırdırma” yönteminin mucidi İngilizlerdir. Bu ekolden ders almış istihbarat teşkilatları özel görev olarak önleyici terörleri uygularlar.

İngilizlerin Hindistan-Pakistan coğrafyasında sorunlu olan Keşmir bölgesini bırakarak ve buraya fitne tohumları atarak oluşturdukları sistem hem Hindistan’da hem Pakistan’da işlemeye devam ediyor.

“ Büyük savaş çıkmasın diye küçük savaş çıkarılabilir” amacı ile şiddetin rasyonalize edildiği bu anlayış kısa vadede sonuç verir ama uzun vadede kaybettirir.

Güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu’nun uzun sürmemesinde bu yöntemin büyük rolü vardır.

Osmanlı güçlü olduğu dönemlerde bu yöntemi hiç uygulamadı. Avrupa’da, Filipin’lerde birbiri ile savaşmak üzere olan devletlerin sorunlarını hiç bir karşılık beklemeden çözdüklerini tarihçiler yazıyorlar.

Siyaset bilimciler hep soruyorlar?

Taksim, 1 Mayıs, Kahraman Maraş, Sivas, Şemdinli olayları, 11 Eylül ABD, 7 Temmuz İngiltere önleyici terör müydü?

Yahut terör örgütlerine sessiz bir şekilde yol açarak suç işletip siyasi sonuç almak gibi bir amaçları varmıydı?

Pakistan’da kurulu düzenin Benazir Butto’dan rahatsız olduğu biliniyor. Fakat yaşanan bu suikast olayı kurulu düzene zarar verir.

Toplumsal muhalefeti tahrik etmek iki gruba yarar. Birincisi El-Kaide gibi Pakistan yönetimine öfke duyanlara yarar. İkincisi Pakistan’da kaos çıkarıp kendilerine hem istihbarat hem kuvvet olarak sığınma duygusu uyanmasını isteyenlere yarar.

Müşerref şimdi ABD’ye ve güçlü istihbarat örgütlerine daha çok yaklaşacaktır.

Türkiye’de durum

Özal’a sıkılan kurşun aslında hedefini bulmuştu. Özal’ı öldürmek değil korkutmak istiyorlardı. Zaten milli iradeden uzaklaşan Özal’ı 1988’den sonra görüyoruz. Şahsi kaygılarla hareket etti. Dayı oğlunu kamuoyu önünde MSB’lığından uzaklaştırması gibi hataları böyle duygularla işlemişti sayın Özal.

Bugün Türkiye’de Türk Gladiyosu temizlenemedi.

Suikast ve kriz planlarını projelendiren odak her an sürpriz yapabilir.

Dünyalık peşinde koşanlar, davasından ve ülkesinden çok kendisini düşünenler bu sınavı kaybederler. Cesur duruşlar hep plan bozucu olmuştur.

Türkiye’de de El-Kaide ile hükümeti karşı karşıya getirmek birçok odağın arzuladığı ve planladığı bir durumdur. El-Kaide militanları Ortadoğu’da bitmez. Onların işini kolaylaştıran istihbarat örgütlerini ve bilgilerini izleyen birimler oluşturmak gerekir. El-Kaide’yi sadece izlemek ve yakalamak yetmez.

Tekrar hatırlatalım; terör başlatılması ucuz, bitirilmesi pahalı olan bir psikolojik savaş yöntemidir. Türkiye’de vatan adına küçük çatışma, suikast, kriz planları yapanlar iki defa değil dokuz defa düşünmelidirler.

Friday, December 28, 2007

Çetelere ceza verebilmek

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=630507


Mehmet Kamış , Zaman , 29 Aralık 2007, Cumartesi


MEHMET KAMIŞ

m.kamis@zaman.com.tr

Çetelere ceza verebilmek


Pakistan korkunç bir provokasyonla sarsıldı. Ülkenin temellerine konulan bomba ancak bu kadar can yakıcı olabilirdi. Ülkenin durulmasını istemeyen birileri çıkarılabilecek en büyük gürültüyle ortalığı karıştırdı.

Pakistan, Asya için olduğu kadar Türkiye için de çok önemli bir ülke. İki ülke arasında çok ciddi benzerlikler var. Kuruluş mantaliteleri birbirine çok yakın. Hatta Türkiye çok uzun yıllar dünyada dost ve kardeş ülke olarak sadece Pakistan'ı gördü. Okul sıralarında "Cive cive cive Pakistan, Pakistan Pakistan cive Pakistan'' diye şarkısını söylediğimiz tek ülkeydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi görüşüne göre düşmanlarla çevrili dünyadaki tek dostumuzdu onlar. Türkiye'ye bir diğer benzerliği de sık sık darbeye maruz kalmasıydı. İki ülkenin de iç karışıklıkları vardı. Belki komplocu bir yaklaşım olacak; ama bazı güçler iki ülkeyi de 'olmayan ama ölmeyen' bir halde görmek istiyordu.

Pakistan'ı karıştıran suikast haberini alınca nedense aklıma Türkiye geldi. Tarihsel kronolojilerinde birbirine ciddi benzerlikler bulunan Pakistan ile birlikte Türkiye'yi de bir kaotik ortam içine sokacak hamleler gelebilir mi diye düşündüm.

Şüphesiz son yıllardaki gelişmeler sayesinde Türkiye, hızla Pakistan ile benzerliklerini üzerinden atıyor. Daha demokratik, daha müreffeh ve dengeleri daha yerinde bir ülke olma konusunda hızlı adımlarla ilerliyor. Ülke içinde gerginliklere neden olan konular birer ikişer çözülüyor. En azından ülkeyi yönetenler, toplum içinde biriken gerginlik alanlarının tek çözüm yolunun, daha çok özgürlük ve daha çok demokratik haklar olduğunun farkında. Geçmiş dönemlerin provokatif acılarından dersler çıkaran toplum ise şimdilik yeni gerginlik alanlarının oluşmasına müsaade etmiyor.

Ama ülkede dengeler hâlâ tam anlamıyla oturmuş değil. Hâlâ geçmişte ülkede gerginliklerin nasıl çıkartıldığı, nasıl bir akıntıya maruz kalındığı tam anlamıyla çözümlenebilmiş değil. Mesela Türkiye'nin 12 Eylül sürecine nasıl getirildiğini enine boyuna tartışabilmiş, anlayabilmiş ve ona karşı tedbirler alabilmiş değiliz. Darbeye giden süreçte hangi çetelerin, hangi gizli servislerin parmağının olduğunu tam olarak bilmiyoruz. O süreçte aydınlanamamış yüzlerce dosya tarihin karanlık dehlizlerinde kayboldu. Kim bilir belki 12 Eylül öncesinde de yeni dönemde olduğu gibi çeteler ülkeyi kaotik ortamın içine çekmişti. Üniversitelerimiz henüz bilimsel özgürlüklerine kavuşamadığı için 12 Eylül akademik disiplinle incelenip ortaya konmuyor.

Türkiye 11. cumhurbaşkanını seçerken de, 12 Eylül öncesine benzer bir sürece sürüklenmek istenmişti. 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay saldırısıyla başlatılan bu süreçte güvenlik güçlerinin yoğun çabaları sayesinde ülke çapında örgütlenmiş birçok çete peş peşe ortaya çıkartıldı. Kamuoyuna Atabeyler, Sauna, Ümraniye diye isimlerle yansıyan bu çeteler, yeni cumhurbaşkanının seçilmesi sürecinde ülkeyi kaotik bir ortama sürüklemek istiyorlardı. Ama güvenlik güçleri buna müsaade etmedi.

Ancak bu örgütlerin hepsine suçüstü yapılmasına, Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan ile bağlantıları tespit edilmesine rağmen doğru dürüst ceza alan bir çete üyesi yok. Hatta Ümraniye çetesine dava bile açılmadı. Durumun böyle olması, bu çetelerin devlet içindeki bağlantıları konusunda akıllara ciddi soruların gelmesine neden oluyor. 12 Eylül 1980 öncesi ile 2006 arasındaki fark, emniyet güçlerinin daha fazla bilgi ve teknolojik birikiminin olmasıydı. Bereket, Türkiye'nin 12 Eylül öncesine dönüştürülmesine müsaade edilmedi. Ancak bunlara ceza verilmiyor.

Türkiye'nin, Pakistan gibi üzerine oyunlar oynanan bir ülke olmaktan çıkması için öncelikle ve her şeye rağmen, daha demokratik, daha özgür ve daha müreffeh bir ülke olması lazım. Bu konudaki kararlılığın devam etmesi, toplum içinde gerginlik alanlarına çözüm getirilmesi ve demokratik adımlardan asla geri durulmaması şart.

Ama hepsinden önemlisi Türkiye'nin çetelere hak ettiği cezayı verebilme gücünü göstermesi gerekiyor.

29 Aralık 2007, Cumartesi

Thursday, December 27, 2007

Sürgün...

http://www.sabah.com.tr/2007/12/25/haber,5980DD44E4E94AE3879DD41E6E544712.html


Erdal Şafak , Sabah ,25.12.2007


ERDAL ŞAFAK

Sürgün...

Yannich Noah'ı Türkiye'de tenis ve "Regae" (Jamaika kökenli Afro-Amerika müziği) meraklıları dışında pek tanıyan olmasa gerek.
Kamerunlu bir baba ile Fransız bir annenin çocuğu o. Yani melez. Çocukluğu Kamerun'da geçti. Dünyanın ilk Siyah profesyonel tenis şampiyonu olan Arthur Ashe'in teşvikiyle raketle tanıştı. 1983'te Roland-Garros'u (Paris Açık Turnuvası) kazanarak Fransa'nın ulusal kahramanı haline geldi. Zaferden zafere koştuğu tenis kariyerini noktaladıktan sonra diğer tutkusu olan müziğe yöneldi. Şimdi de Fransa'nın en sevilen şarkıcıları arasında.
İşte o Yannich Noah önceki gün açıklanan "Fransızlar'ın en sevdiği şahsiyetler" araştırmasında birinci oldu. İkinci sırada Cezayir kökenli bir ailenin oğlu Zinedine Zidane var. (Onu anlatmaya gerek var mı?)
Ve işte o Yannich Noah araştırmanın yayınlandığı gün zehir zemberek bir açıklama yaptı: "Bu adamın herşeyi sinirime dokunuyor. Tavırları, ses tonu, kendini beğenmişliği, küstahlığı beni hasta ediyor. Hele ikiyüzlülüğü. Hele yalanlarıMidemi bulandırıyor."
Onun "Bu adam" diye başlayıp yerin dibine batırdığı kişi Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy. Fransız basını Noah'ın açıklamalarını ballandıra ballandıra aktardı. Kimseden de ses çıkmadı. Seçim kampanyası sırasında "Fransa'yı sevmeyen burada kalmak zorunda değil. Çekip gidebilir" diyen Sarkozy'den bile.
Bu olayı Fazıl Say'ı hedef alan linç kampanyası nedeniyle aktardık.
Bir Alman gazetesine "Türkiye rüyalarımız kısmen öldü. Böyle giderse, bir kızım var, onu da alır yurt dışına giderim" dediği için başına gelmeyen kalmadı. Hakaret yağmurundan internet sitesi kapatıldı. "Facebook"taki yazışma duvarı da kapalı. "Ya sev ya terket" diye başlayıp kimbilir nerelere kadar varan hakaretler, tehditler yüzünden.

Buralar hoşgörü diyarı mı?
Nobel Edebiyat Ödülü kazanan tek Türk yazarı Orhan Pamuk'tan sonra 21'inci yüzyılın en büyük piyanistleri arasında sayılan Fazıl Say'ı da yitirmek üzereyiz?
Bizim için "Hoşgörülü", "Farklı görüşlere saygılı" derler ya; inanmayın. Bu topraklar değil ayrık otlarına, farklı kokulardaki çiçeklere bile tahammül edemedi, edemiyor.
Öyle olsa; diyasporadaki Türkiye kökenli Ermeni sayısı Türkiye'deki Ermeni sayısının 50 katı olur muydu?
Hitler'in Kristal Gecesi'nin bir benzeri 67 Eylül 1955'te Türk vatandaşı Yunanlılar'a ve Rumlar'a reva görülür müydü? Atina'daki "Yeni İzmir" mahallesinde Türkiye'dekinin birkaç yüz misli Türkiyeli Rum yaşar mıydı?
Sadece Almanya'daki, sadece İsveç'teki Süryaniler'in sayısı bile Türkiye'deki Süryaniler'in birkaç katına ulaşır mıydı?
Bu toplum kendi içinden çıkan farklı seslere, farklı nefeslere bile dayanamadı.
İstiklal Marşı'nın şairi Mehmet Akif Ersoy'a ancak ölmek için yurduna dönüş izni verdi.
Son nefesinde bile "Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; / Ben sularda batan bir ışık gibi / Sularda sönmek istiyorum / Denize dönmek istiyorum / Denize dönmek istiyorum" diye sayıklayan Nazım Hikmet'i memleket özlemiyle gurbette gözleri açık öldürdü.
Mithat Paşa'yı Taif'teki sürgünde boğdurdu.
Refik Halit Karay'ı on yıllar boyunca sınırın hemen öte yakasında ağlattı.
Vatan şairi Namık Kemal'i Magosa zindanlarında çürüttü.
Hangi birini sayalım?
Gurbette kahrından kansere yakalanan Yılmaz Güney'i mi? Şimdi Paris'te PereLachaise mezarlığında yatıyor.
"Yeni kasetimde Kürtçe parça okuyacağım" dediği için linç ettiğimiz, can güvenliği için Fransa'ya kaçmak zorunda bıraktığımız, son zamanların en muhteşem sesi Ahmet Kaya'yı mı? O da PereLachaise mezarlığında. Ve oradan bize "Hepinizin gurbetindeyim şimdi" diye sesleniyor.
Ve şimdi de sıra dünyada BaCh'ı, Mozart'ı, Beethoven'i, Çaykovski'yi, Lizst'i en iyi yorumlayan ikiüç piyanistten biri olan Fazıl Say'da mı? O da memleketine "Ürkek bir güvercin gibi" kimselere görünmemeye çalışarak gelip gidecek? Tıpkı Orhan Pamuk gibi.
Unutmayın; Victor Hugo, "Sürgün hukukun çıplak bırakılmasıdır" der.
Fazıl Say da giderse, yazıklar olsun bize, yazıklar olsun hepimize...

"Faşizm nedir" sorusuna Mussolini'nin verdiği cevap şudur: "Benim o anda düşündüğüm şeydir"

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=630126


Mümtazer Türköne , Zaman , 28 Aralık 2007, Cuma


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

m.turkone@zaman.com.tr

Dönekliğin hesabı


Döneklik muhabbetleri saf retorikten ve polemikten ibarettir. Polemik, eleştirinin kişiselleştirilmiş halidir. Bizde eskiler buna "şahsiyyât" derlerdi.

Anlaşabildiğimiz nokta "dönek" tabirinin "dönme" gibi inancını değiştiren insanlar için kullanıldığıdır. İnanç değiştirme ise baktığınız yere göre iki türlü olur. Hak yoldan yanlış yola dönene "mürted"; yanlış yoldan hak yola gelene de "muhtedî" denir.

Marx'ın sosyal demokrasinin fikir babası olan Bernstein'i "dönek" sıfatıyla anmasından beri "döneklik" ideolojik tartışmaların, hizip çekişmelerinin neredeyse tuzu biberi olmuştur. Değişmeyen kural şudur: Örgüt içinde bir çıkar ihtilafı söz konusu olduğunda iktidarı elinde tutanlar saf inancın sahipleri, azınlıkta kalanlar ise "dönek"tir.

"Emanet olan davayı kucakladım. Hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. Geri dönersem vurun. Davadan döneni vurun" ifadeleri, 70'li yılarda Türkeş'in kitaplarından birinin arka kapağında yer alıyordu. Kitabın içinde yer almayan bu şiddet kokan cümleler, sonraki baskılarda çıkartıldı; ama bu sözlerin Türkeş'e ait olup olmadığı bugün hâlâ tartışılıyor. Merak edenlere doğrusunu ben söyleyeyim. Dönekliğe dair aşılması zor bu retorik İtalyan faşizminin yıldızı, II. Dünya Savaşı'nın İl Duce'si Benito Mussolini'ye ait. . Yine çok bilinen "Ben sizi sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye değil, bir büyük birliğe çağırıyorum" sözleri de bu kitapta yer almaktadır. Faşizmin gerçek teorisyeni Mussolini'dir. Franco'nun, Hitler'in de düşüncelerini ve muhakemesini örnek aldığı bu adam, aslında faşizmin basit bir formülünü verir. "Faşizm nedir?" sorusuna Mussolini'nin verdiği cevap şudur: "Benim o anda düşündüğüm şeydir." Mussolini'nin diğer faşist liderlerden çok farklı bir özelliğini de kaydedelim. Mussolini'nin mesleği gazeteciliktir.

İdeolojiler tarihinin bütün döneklerini alt alta yazdığımız zaman karşımıza şu sonuç çıkıyor: Farklı düşünen, eleştiride bulunan, karşı çıkan herkes dönektir. Gücü elinde bulundurana biat etmeyen; keyfîliğe itiraz eden, hesap soran ve iktidarın denetimini isteyen herkes dönek olarak anılır. Buradaki "iktidar"ın bir ülkedeki hükümet değil, medyadaki de dâhil her tür kapalı devre örgütleri elde tutanlar olduğunu hatırlatayım. Aslına uygun kullanımı ise ideolojik örgütlere hâkim olanlara karşı çıkan herkes dönektir. Düşünmeden itaat edenler, düşünmeden onay verenler kendi kofluklarını ele verdiği için eleştirenlerden nefret ederler ve bu "dönek" sıfatını onlar için büyük bir memnuniyetle kullanırlar.

Zamanın ve şartların değişmesine ayak uyduranlar; düşünceyi çağa taşıyanlar da, düşüncelerinden dolayı değil, kurulu iktidarları rahatsız ettikleri için "dönek" sıfatıyla ödüllendirilirler. Her türlü iktidar statükodan beslenir ve değişiklikten hoşlanmaz. Değişmeyi kavrayanlar ve çağı doğru okuyanlar statükoyu sarstıkları için dönek sınıfına dahil olurlar.

Hürriyet'te Ahmet Hakan'ın benden sorduğu şey aslında tam da bu yüzden "Dönekliğin Hesabı"ndan başka bir şey. Neyi sorduğunu anlatmak için yine ideolojiler tarihinin ince polemikleri arasında "döneklik" ile "eyyamcılık (oportünizm)" arasındaki farkı açıklamak gerekecek. Bu farkı özellikle eyyamcılığı gizlemek için döneklik maskesi arkasına saklananlar ve "döneklik itirafları"na girişenler çok iyi bilirler. Bu durumun Türkçesi, çıkarı inançla savunmaktır. Çıkarı inançla savunmanın en kestirme yollarından biri ise başkalarından dönekliğin hesabını sormaktır. Ahmet Hakan'ın bana ait olmayan sözler üzerinden benden dönekliğin hesabını sorarken kendi "ayş eyyamı"nı döneklik üzerinden meşrulaştırmasına beni alet etmesi gibi. Dönekliğin macerası, eyyamcılıktan farklıdır. Anlatılması en zor meslek eyyamcılarınkidir.

Ben hiçbir şey adına kimseden hesap sormuyorum. Sadece ve sadece sözün değer taşıdığı ve tartışıldığı bir ortam ve muhataplar arıyorum. Önümüzde bu sefer gerçekten tarihî bir fırsat var. Herkesin alışkanlıklarının ve ezberlediklerinin esiri olduğu bir hengamede birilerine de ezber bozmak görevi düşmeli.


28 Aralık 2007, Cuma

Wednesday, December 26, 2007

Hakim rüşvetle yakalanıyor; ‘ Hayır, siyasi iktidar yargıyı ele geçirmeye çalışıyor’ diyorsunuz

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=289009


Şamil Tayyar , Star , 26 Aralık 2007


'Polis adam dövmez, öldürür!'



Star yazarı Şamil Tayyar da polisten dayak yemiş. Celalettin Cerrah’ın "Benim polisim adam dövmez" lafına uyuz olan Tayyar, karısı ve çocuğunun önünde bakın nasıl dayak yemiş

26 Aralık 2007 16:25

'Polis adam dövmez, öldürür!'

Şamil Tayyar'ın köşe yazısı

Hukuk bir gün size de lazım olur

İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın pazar gecesi Lig TV’ye bağlanarak Şansal Büyüka ile giriştiği polemiği, canlı olarak izledim.

Kimin haklı olduğu konusunu bir kenara bırakıyorum. Ama Cerrah’ın ‘ Benim polisim adam dövmez’ lafına uyuz oldum.

Bu kafa yapısı; AB üyeliği, demokratik ve hukukun egemen olduğu modern Türkiye hayalinin önündeki en büyük engellerden biridir. Maalesef, faşizme varan katı bir meslek taassubunun cenderesindeyiz.

Polis adam dövüyor; ‘ Hayır, benim polisim adam dövmez’ diyorsunuz.

Asker bomba atıyor; ‘ Hayır, benim askerim iyi çocuktur’ diyorsunuz.

Hakim rüşvetle yakalanıyor; ‘ Hayır, siyasi iktidar yargıyı ele geçirmeye çalışıyor’ diyorsunuz.

Doktor makası hastanın karnında unutuyor; ‘ Hayır, doktorlar yıldırılmak isteniyor’ diyorsunuz.

Rektör üniversite kampüsünü askeri kışlaya çeviriyor; ‘ Hayır, bana karışamazsınız, üniversiteler üzerinde baskı kurmayın’ diyorsunuz.

Gazeteci iş takibi yapıyor, seçim otobüsünde siyasi nutuk atıyor; ‘ Helal olsun adama’ diyorsunuz.

Futbolcu gazetecilere el işareti yapıyor; ‘ Benim futbolcum iyidir’ diyorsunuz.

Sonra?..

İş, işten geçiyor; Bir gün hukuk sana da lazım oluyor.

O soruşturmadan birşey çıkmaz

Başka bir yönüyle bakarsanız, ‘ Benim polisim adam dövmez’ diyen Cerrah’a hak vermek de mümkün.

Doğrudur, polis adam dövmez, öldürür!

Daha geçen ay, İstanbul Avcılar’da Feyzullah Efe, polis tekmesiyle hayatını kaybetti. İzmir’de Baran Tursun, ‘ dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle polisin kurşunlarına hedef oldu.

Gazetelere haber oldu; Sadece son 2 yıl içinde polis müdahalesi sonucu 34 vatandaşımız hayatını kaybetti. 122 polis intihar etti.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı yakından tanıyorum. Çok zarif bir siyasetçi. İşini her zaman ciddiyetle yapan biri. Şovu sevmez.

Yukarıda sözünü ettiğim polis ölümleri yaşandığında aradım kendisini. ‘ Müfettiş görevlendirdim, tüm iddiaların üzerine titizlikle gideceğiz’ dedi.

Aslında bir yöneticide olması gereken haslet budur, üslup budur. Cerrah Müdür de Lig TV’ye bağlandığında, tıpkı Bakan Atalay gibi ‘ Önemli iddialarda bulunuyorsunuz, inceleyeceğim, gereken neyse yapacağım’ diyebilirdi.

Ama demedi.

Tanık olmadığı bir konuda, altlarının kendisine verdiği bilgiye inandı ya da inanmayı tercih etti.

Şimdi soruyorum; Daha işin başında ‘Benim polisim adam dövmez’ dersek, İstanbul ve İzmir’deki iki gencin ölümüyle ilgili sır perdesini nasıl aralayacağız?’

Göreceksiniz, adım gibi eminim, o soruşturmalardan bir şey çıkmaz.

Yücelen’i nasıl kandırdılar?

Yanlış anlaşılmasın, üç kardeşi polis olan bir gazeteciyim. Çok sayıda polis dostum var. Eğer biz, ucuz şövalyelik uğruna sepetteki çürük elmaları ayıklamazsak, en büyük kötülüğü kendi mesleğimize yaparız.

Her mesleğin kötüleri vardır, azınlıktadır, ama temizlenmelidir. Aksi halde, o kötülük virüsü, tüm meslek erbabını esir alabilir.

Bakın, başımdan geçen bir hadiseyi anlatayım.

Rüştü Kazım Yücelen İçişleri bakanı. Ben de Sabah’tayım.

Ankara Yenimahalle’de MİT kavşağındaki ışıklarda bir polis minibüsüyle yan yana geldim. Trafik yüzünden minibüstekilerle aramda kısa süreli tartışma geçti. Hakaret edince, ‘ Benimle böyle bir üslupta konuşamazsınız’ dedim.

Bir anda etrafımı 9-10 polis sardı. ‘ İn lan aşağıya’ diye bağırdılar. Arabada eşim ve iki çocuğum da var.

Ellerimi aracın üzerine dayadılar, ayaklarımı tekmelemeye başladılar. Bir taraftan hakaretlerini sürdürdüler.

Lafı uzatmayım, şikayetçi oldum. Yücelen’e faks çektim. Şikayet dilekçemi Ankara Valiliği aracılığıyla işleme koydurdu, ‘ Merak etme gerekeni yaparız’ dedi.

Ankara Emniyeti’nden iki müfettiş, bu hadiseyi araştırdı. Olay anındaki polislerin fotoğraflarını bulup bana gösterdiler. Fotoğraflar, polis okulundan kalma çok eski fotoğraflardı. Bu polislerle beni yüzleştirmelerini istedim. ‘ Olur’ deyip yüzleştirme için beni arayacaklarını söylediler.

Ben yüzleştirme için tarih beklerken bir müdür yardımcısının imzasıyla yazı geldi: ‘ İddialarınızı ispat edemediniz, takipsizlik kararı verdik.’

İmzası olan müdüre cevabı yazı gönderdim: ‘ Bana inanmadınız. İnşallah eşim ve çocuklarım önünde yaşadıklarımı, tıpkı benim gibi siz de yaşarsınız.’

İki dakika sonra telefonda o müdür; ‘ Şamil bey özür dilerim, benim soruşturmayla ilgim yok. Sadece parafladım. Ama yine dosyaya bakacağım.’

Aradan yıllar geçti, hala cevap bekliyorum.

Yücelen, İçişleri Bakanı olmadan önce içinde bulunduğu hükümetin AB sürecini yürüten ve insan haklarından sorumlu Devlet Bakanıydı.

Konuyla çok ilgilendi. Ama o da çaresiz kaldı. Meğer, o araştırma faslı da, sonradan öğrendim, ‘aspirin’ tedavisiymiş. Polisler birbirlerine böyle takılıyormuş.

Maalesef memleketimde insan manzarası böyle. Ucuz şövalyelik, ruhumuza sinmiş.

(Star)

Monday, December 24, 2007

İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçerken aslında yönetim biçimimizi değil sadece seçkinlerimizi değiştirdik

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=628799


Mümtazer Türköne , Zaman , 25 Aralık 2007, Salı


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

m.turkone@zaman.com.tr

Sorun çözme yöntemleri

Ahmet Cevdet Paşa, Sultan Abdülaziz'in hal'inden önce çıkan Suhte İsyanı'ndan bahsederken, küçük bir anekdot nakleder: Bir gün padişaha "Bir husustan dolayı 'beynen na's gûft-gûyu mucib olur' (halk arasında dedikoduya yol açar) denildiğinde, "na's dediğiniz bizimkiler ise anların hükmü yok, eğer ecnebîler ise anlara da hekim ve mühendis gibi Hıristiyanları karşı tutarsınız" cevabı alınmış.

Halkın düşüncelerinin, bir olay hakkındaki kanaatlerinin "beynen na's gûft-gû" olarak aşağılanmasından, bugünün saygıdeğer kamuoyuna geçiş arasında uzun bir tarih duruyor. Dün padişahın "hükmü yok" dediği şey bugün sorun çözmenin anahtarı. Artık, masa başında, kapalı kapılar arkasında yaptığınız planların, aldığınız kararların hükmü yok. Çözümü toplumda bulacaksınız. Toplumun bulduğu çözümün peşine takılıp onu siyasete taşıyacaksınız. Fetvayı halk verecek, siz icra edeceksiniz.

Bu uzun tarihin ayağımıza dolanan tortularını, alışkanlıklarını gözden kaçırmayalım. Bu uzun tarihte halk bir sürü idi. Başımızdaki çobanlar, halk için neyin doğru olduğunu bilir ve kararı verirdi. Memleket yönetimi ayağa (yani halka) düşürülmezdi. Söz ayağa düşerse her kafadan bir ses çıkardı. Düzen ve adalet sağlanamazdı. Memleket bir insan vücudu gibi organik bir bütündü. Bu bedenin bir beyni, yani yöneticileri, kolları ve kasları yani ordusu olurdu. Ayaklara düşen beyne itaat etmekti.

"Yönetme hakkı kime aittir?" sorusuna vereceğiniz cevap, anlatılan masalların ötesinde gerçekte nelerin değiştiğini gösterir. İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçerken aslında yönetim biçimimizi değil sadece seçkinlerimizi değiştirdik. Halk bir sürü olarak kalmaya, bizi yönetenler de çobanlık yapmaya devam ettiler. Başları sıkıştıkça sürüye musallat olan kurtlardan dem vurdular.

Bugün karşımızda duran sorunların tamamı, bize çobanlık yapanlar tarafından icat edildi. Halktan kopuk, halktan uzak olanlar halkı bir sorun kaynağı olarak gördüler. Sorun bulamayınca da icat ettiler.

Türkiye'nin Kürt Sorunu, masa başında ve kapalı kapılar arkasında alınan kararlarla icat edildi. Yine bu kararlar istikametinde girişilen icraatlarla bugünkü boyutlarına ulaştı. Şu soruyu sorduğumuz zaman müsebbipleri daha iyi teşhis edeceğiz. Toplum bu sorunun neresinde yer aldı? Kürt sorununda toplumun bir vebali var mı?

Türkiye ilk defa bugün kararı halkın verdiği ve icrasını denetlediği bir aşamaya geldi. Ve ilk defa Kürt Sorunu, Türkiye'nin canını yakan bir sorun olmaktan çıkıp çözüme yaklaştı. Sivil siyasetin çözüm üretme yeteneği devreye giriyor. Toplumda var olan çözümü siyasî alana taşıyan sivil siyasetçiler ülkenin önüne bambaşka bir ufuk açıyor. Çünkü sorun çözme yöntemimiz değişiyor. Çözümü, bizim yerimize düşünenler değil biz buluyoruz. Bulmak bir kenara, kendi içimizde yaşattığımız çözümün başına "siyasal" sıfatını koyacak fırsatı buluyoruz.

Türkiye seçkinlerini değiştiriyor. Fakat bir seçkin grubundan iktidarı yeni bir seçkin grubu devralmıyor. Bürokratik seçkinlerin yerini demokratik seçkinler alıyor. Yeni seçkin grubu, halkın çözümlerini devlet katına taşıyarak demokratik ayrıcalıklarını pekiştiriyorlar.

Son yazımdaki "Kürt Kemalizmi" nitelemesine olumlu ve olumsuz çok fazla tepki aldım. Bu nitelemenin toplumun dışında iki kutupta sorunu icat edip büyütenlerin ortak paydasını gösterdiğini düşünüyorum. Biri silahlı-bürokratik araçlarla, öbürü şiddetin gölgesinde kurduğu hegemonyası ile Kürt Sorunu'nu içinden çıkılmaz hale getirdiler. İkisi de toplumu bir sürü, kendilerini çoban olarak gördüler. Şimdi büyüyen çözüm, toplumun üzerine inşa edilen sivil siyasetin çözümü.

Sorun çözme yöntemimiz değişiyor. İçinden çıkılmaz gördüğümüz sorunlar fazla zorlanmadan yoluna giriyor. O zaman sorunların anası olarak eskimiş sorun çözme yöntemlerimizi görmemiz lâzım. Tecrübe ettiğimiz ve işe yaradığını gördüğümüz yeni yöntemin ışığında, toplumun kendisini bir sorun çözme alanı olarak merkeze yerleştirmemiz gerekiyor.


25 Aralık 2007, Salı

YAŞAM ALANI KAYGISI

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140753

Nevzat Tarhan , Haber7 , 24 Aralık 2007



Yaşam alanı kaygısı

24 Aralık 2007



YAŞAM ALANI KAYGISI

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Ablaların çok olduğu ailelerde küçük erkek çocuklar şehzade gibi büyütülürler. Bir dediği iki edilmez. İki üç kişilik sevgi ve ilgi ile beslenir.

Bir buçuk yaşındaki çocuğunu annesinin kucağında pastanenin önünden geçerken bir pastaya hafif yan gözle baktığını gören babası, pastaneyi gece açtırarak çocuğa o pastayı almıştı.

İmtiyazlı özel hissettirilerek büyütülen bu çocuklar hep almaya alışırlar, vermek istemezler. Paylaşmayı sevmezler. Sofrada büyük lokma onlarındır. Önce onların karnı doyurulur.

Tüketen gençlik

Egoları öyle şişirilmiştir ki aileleri için sorumluluk almayı istemezler. Özellikle ergenlik dönemlerinin başlamasıyla birlikte aileye düşman kesilirler. İstekleri çok büyüdüğü için bunları aile karşılayamadığında isyan ederler. Haklarının verilmediği, zevklerinin engellendiğini söyleyerek kendilerine ayrı ev tutmak isterler. Çoğu zaman da anne baba varlıklıysa olay çıkmasın diyerek hep taviz verirler. Artık o genç sürekli tüketir, daima eğlence ve zevk peşindedir.

Kamusal alan ve özgürlük

Toplumda büyük bir aile olduğuna göre günümüzdeki kamusal alan ve özgürlük tartışmalarını bu kapsamda değerlendirebiliriz.

1945’lerde plajlara sadece Halk Partililer ve üyeler girebiliyordu. Babam o yıllarda İstanbul Diş Hekimliği Fakültesini kazanmıştı. Halk Partisi’ne üye olmadığı ve Samsun Lisesi mezunu olduğu için yurda alınmadığını anlatmıştı. Babam üç yaşında annesiz kalmıştı. Ekonomik durumları uygun olmadığı için okulu yarım bırakarak ticarete atıldı. Bu durum bizim ailemizin önemli bir özgeçmişidir.

Birleşmiş Milletlerin baskısı ile gelişen demokratikleşme rüzgarları plajların halka açılmasını gerektiriyordu ve plajlar halka açıldı. O günlerde ünlenen gazete manşeti “Halk geldi vatandaş açıkta kaldı.” idi.

İradeyi temsil

28 Şubat şokundan sonra halk uyutulduğunu anladı ve kendi iradesini temsil etme yeteneğinde olan insanları destekledi. Halkın temsilcileri devlette görülmeye başladı. İşte bundan sonra şehzade gibi özel emzikle büyütülmüş, imtiyazlı gruplar kendilerini tehlikede hissetmeye başladılar.

Akıntıya kürek çektiklerini anlamaları gerekiyor. 28 Şubat daha arıtılmış bir grubu iktidara getirdi. Yeni bir 28 Şubat olursa eğer daha da arıtılmış bir grubun gelmesine yol açılır.

Çözüm tembelliği bırakarak halkla bütünleşip onların gönlünü almak olmalı iken Marmaris, Bodrum keşiflerinden ve zevklerinden vazgeçemiyorlar. Askeri idare beklemek kolaycılığına kaçıyorlar.

Tehdit algısı

Tıpkı haylaz, sorumsuz, ailenin imtiyazına alışmış gençler gibiler. İstedikleri olmazsa eğer kendilerini tehdit altında hissedip ayrı bir ev açma düşüncesi gibi vatanı terk etmekten söz ediyorlar. Doğru yöntem, özeleştiri yaparak sorumluluk almaktır. Ben odaklı değil aile odaklı, yani toplum odaklı düşünmektir.

Beyhude hevesler

Darbe hevesleri de beyhudedir.

Toplum artık darbecilerin siyasi ajandalarını biliyor. Eğer bir darbe girişimi olsa binlerce arabanın askeri birliklerin önünde trafiği kilitleyeceğini söylersek abartmış olmayız. Çünkü toplum özgürlüğün ve insanlığın tadını tattı. Artık daha politize ve daha idealistler.

Çözüm nedir?

Uzlaşmaktan başka çözüm yok.

Herkes birer adım atacak, kimse kimseyi kendine benzetmeye çalışmayacak. Toplumsal muhalefeti susturmak için siyasi cinayet ve kriz planları yapanlar artık bu gerçekleri görmelidirler.

Türkiye herkesi mutlu edebilecek bir kültür, siyasi ve sosyal iklime sahiptir.

‘Farklılıklar tehlike değil’

http://www.stargazete.com.tr/index.asp?haberID=135115


Star , 24.12.2007


Fatih’te mini etekli kızlara laf eden yok

‘Farklılıklar tehlike değil’ diyen Prof. Dr. Toktamış Ateş gereksiz korku üretildiğini söylüyor


Fazıl Say’ın ateşlediği ‘biz ve onlar’ tartışmasına Prof. Toktamış Ateş’ten çarpıcı yorumlar: ‘Biz ve onlar ayrımı hep varolacak’ diyen Ateş gündeme taşınan korkuların temelsiz olduğunu ve seçkinler tarafından üretildiğini savunuyor.


Ece Ayhan ‘Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim’ der Yalınayak Şiir’de. Siyasetin tarihini atlaslardan okuyan, orta ikiden ayrılan çocukları, meçhul öğrencileri şiirde anıtlaştıran şairin bu dizesi, Cumhuriyet tarihimizin gölgede kalan yanını da, içinden geçtiğimiz günlerin siyasetini de özetleyebilir belki. Cumhuriyetin ilk yıllarında vali Nevzat Tandoğan, Kızılay meydanına çıkan poturlu, kasketli köylüleri zabıta marifetiyle kovalatmıştı. Aradan yıllar geçti, ülkeye ‘demokrasi geldi’ ama bir şey değişmedi. Önceki yıl ‘kıllı kara halkımız’ diye başlayan bir ‘güzelleme’ yazılabildi mesela. 22 Temmuz seçimlerinde literatüre ‘göbeğini kaşıyan adam’, ‘bidon kafa’ gibi ‘aşağılama tamlamaları’ da kazandırıldı. Geçen hafta ise dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say halkın siyasi parti tercihinden hareketle ‘onlar kazandı, biz kaybettik’ dedi ve tartışma yeniden alevlendi. Peki, neden böyle oluyor? ‘Siyaset dışı iktidar seçkinleri’ ülke halkının siyasi tercihini hangi gerekçeyle sorguluyor? Atatürkçü çizgisiyle bilinen Prof. Dr. Toktamış Ateş ile bu kadim tartışmanın neden ve sonuçlarını konuştuk.


Fazıl Say ‘Bakan eşleri türbanlı, biz kaybettik’ dedi ve oranladı: ‘Biz yüzde 30’uz onlar yüzde 70’. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri süren üstten bakışın son örneği bu ama bunca yıldır demokrasi kültürü neden yerleşmedi bu topraklara?

Bunun ilk örneğini 1950’de görmüş Türkiye. CHP seçimi kaybedince CHP’li bir bakan ‘Biz yönetimi kasketlilere mi bırakacağız?’ demiş. Bunun üzerine de, Demokrat Parti’nin bir numaralı ismi olan Celal Bayar, gövde gösterisi yapıp Meclise üstü açık jeeple gelmiş; arkasında on binlerce kasketli! O gün bu gündür o ayrım sürmüştür.

Nereden kaynaklanıyor bu ayrım?

Kendini dev aynasında, toplumun üzerinde görmek bir aydın hastalığıdır. Atatürkçüyüm diyen kimileri bunu bir avantaj gibi de görüyor. Samimi bir Atatürkçü olarak söylüyorum; halkı aşağılamak Kemalizm’in ruhuna terstir. Kendini lalettayn biri olarak ortaya koyan Mustafa Kemal’in yolundakilerin böyle bir seçkinciliğe kayması üzüntü verici.

BU BİR AYDIN HASTALIĞI

Toplumun farklı kesimleri zaman içinde belli dönüşümler geçirdi, ortak değerlerde buluştu ama ya Kemalistler?

Son 10 yılın getirdiği bir anlayış bu. Halbuki aydınlar 1970’lerde halka öyle hayrandı ki halk dalkavukluğuna varırdı iş. Ama Fazıl Say çok nitelikli biridir. Zaten yanlış anlaşıldığını ifade etmeye çalışıyor. Ailesini de tanırım. Bu kadar değerli insanların yetiştirdiği bir çocukta yurtsever duyguların sıfırlandığını düşünmek mümkün değil.

Şüphesiz ama bu ötekileştirme 22 Temmuz’da da ‘bidon kafalılar, göbeğini kaşıyan adamlar’ şeklinde tezahür etmişti. Hem demokrasiye inanıp hem de eşit oya itiraz etmek mümkün müdür?

Demokrasi ortaya ilk çıktığında eşit oy yoktu. Sadece belli geliri olanlar, belli oranda vergi verenler oy hakkına sahipti. Herkesin eşit bir oy hakkına sahip olması uzun kavgalardan sonra elde edildi. 20. yüzyılda bile adı demokrasi olan kimi yönetimlerde, üniversite hocaları hem mahallelerinde, hem üniversitelerinde oy kullanırdı. İki kişi sayılırlardı yani. İşte bu şımarıklığın daniskasıdır! ‘Efendim, halk cahil, çıkarlarını görmez’ demek edepsizlikten başka bir şey değil. Bir insanın kendi menfaatini görmesi için üniversiteye gitmesi gerekmez. Herkes kendi çıkarını bilecek kadar akıllıdır. Bu demokrasiye lafta inananların anlayışıdır.

Bu anlayışta ‘Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor!’ meşhur manşetindeki gibi bir rahatsızlık mı var?

Aydınların bir kısmının tavrı bu, yanlış aptalca ve ayıp kesinlikle. Düşünün ki İstanbul’un varoşları sayılan yerler 1970 sonrasında yoğun biçimde sola oy verdi. Oyu varoşlarda yüzde 60’lardaydı ama Ecevit bunun hakkını veremedi. Halkın iradesine saygı şarttır. 22 Temmuz’da yapılan fevkalade çirkin benzetmeler de mağlubiyetin getirdiği hırçınlıktır.

FATİH’TE MİNİ ETEK

Mağlubiyetten kastınız ne?

Seçim mağlubiyeti. Ben de bir seçim mağlubiyeti aldım, hep almışımdır zaten. ‘Neden’ diye düşünüyorum ama onları küçümsemek aklımın ucundan geçmiyor. Ama bazıları bunu içlerine sindiremiyor. ‘Halk cahil, göbeğini kaşıyor, ucuz programlar seyrediyor, sonra da gidip yanlış partiye oy veriyor’ diyor ama ‘Biz kendimizi anlatamadık, onlar iyi anlattıkları için seçildiler’ demiyor.

O halde bu hırçınlıkta halkın ya da iktidarın değil muhalefetin kabahati var!

Muhalefet de iyi muhalefet yapamıyor. Nedensiz yere korku ve karamsarlık yayıyor. Bakın, ben hep sur içinde; Laleli’de, Fındıkzade ve Sultanahmet’te yaşadım.10 küsur senedir de Fatih’teyim.

Korkanların en korktuğu semtte!

Bilmedikleri için korkuyor insanlar. Fatih’te herkes kara çarşaflı ya da başı bağlı zannediyorlar. Mesela Nurdane Hanım ( Yardımcısı, o sırada bize çay getiriyor.) Çarşamba’nın tam göbeğinde oturuyor. Dört kızı mini etekle rahatça dolaşır, kimse de laf etmez. Farklılık tehlike değil, belki de zenginliktir.

ŞERİAT ASLA GELMEZ

Korkunun, kaygının kaynağında siyasi, fiziki bir değişiklik var, devlet el değiştiriyor da o yüzden mi ‘Kaleler birer birer düştü’ deniyor?

Korkular oradan çıksa da ben öyle görmüyorum. Muhalefet edemedikleri için yüreklere devlet korkusu salıyorlar. Şimdi ‘YÖK de düştü’ diyorlar ama YÖK 1981’de düşmüştü. 25 üniversiteye öyle rektörler atandı ki, adamların hayallerinin ucundan bile geçmemiştir rektör olmak. Sonra kadrolaşma başlamıştır. YÖK başkanıyken mangalda kül bırakmayan Kemal Gürüz, Karadeniz Teknik Üniversitesi rektörü iken MHP çizgisinde garip işler yaptı. Türkiye’de çok ufak bir kesim laik yapıyı İslam şeriatına dönüştürmeyi isteyebilir ama devlet elden gitmiş değildir. Ben AKP’de öyle insanlar tanıyorum ki laik cumhuriyete, Kemalist ilkelere sonuna kadar bağlıdır.

LAİKLİK YANLIŞ BİLİNİYOR

Bu kaygıların sınıf kavgası ya da merkez çevre gerilimiyle ilgisi olabilir mi peki?

Bunun sınıfsal kökeni yok. Biz ve onlar ayrımı, tamamen duygusal, sosyolojik bir ayrım.

Cumhuriyetin ilk yıllarında çarıklılar, poturlular, kasketliler ötelendi. Şimdi türbanlılar, dindarlar öteleniyor. Bu nasıl aşılacak?

Kolay değil. İnsanlar alışkın ve yatkın oldukları çevreleri ‘bizim’, dışındakileri ‘bizim değil’ diye isimlendirir. Bu ayrım zamanla azalacaktır ama biz ve onlar anlayışı ilá nihaye devam edecektir.

Türkiye’yi yönetenlerin eşlerinin türbanlı olması laik devletten din devletine dönüşün mü göstergesi?

Hayır. Laiklik din ve devlet işlerinin ayrılması değildir. Yönetenlerin yönetme kaynağı ile ilgilidir. Eğer yönetenler yönetme yetkisini din dışı bir kaynaktan alıyorsa o devlet laik bir devlettir. Bizi yönetenlerin eşlerinin başının örtülü olması beni mutlu etmiyor ama korkutmuyor da. Türkiye’de bir din devleti oluşturacaklarını da düşünmüyorum.


AK Parti başarılı ama ben yine oy vermem


Bunun çok örneği var ama mesela dünyaca ünlü bir ekonomist ve devlet bakanı olan Mehmet Şimşek geçen hafta Batman’a gitti; doğduğu evi, köylüleri ziyaret etti. Bu topluma üstten bakanlar aşağıladıkları insanların bu ülkenin çocukları olduğunu, fırsat eşitliği verildiğinde kazanılan başarının da Cumhuriyetin başarısı olacağını göremiyor mu?

Türkiye, zorlaşmasına rağmen katmanlar arasında geçişinin hálá mümkün olduğu bir ülke. Kemalist proje eğitime dayalı bir modernleşme projesidir. Bu sistemde bir köylü, çiftçi çocuğu da son noktaya kadar gidebilir. Son cumhurbaşkanlarımızı düşünün. Özal bir öğretmen, Demirel bir köylü, Gül bir işçi çocuğudur. Bence daha da güzeli, bu insanların kökenlerini unutmamasıdır.

AK Parti’nin hükümet etme performanını nasıl buluyorsunuz?

‘AKP’li değilim, oy da vermedim, seçim kazanmasından da mutlu olmadım ama ülkeyi iyi yönettiklerini, hata yapmadıklarını düşünüyorum. Dış politikada akıllı basiretli, ekonomi politikada disiplinli davranıyorlar. Sağlık politikalarını beğeniyorum. Özellikle sigortalı hastaların hayatlarını çok kolaylaştırdılar. Ulaşım politikaları da öyle, çift yol projesi gayet başarılı. Bunlar hep olumlu şeyler ama AKP’ye yine de oy vermem, ‘bizden’ değil’ çünkü.


Mahallemde baskı var


Birgün gelecek ‘Biz ve onlar’ ortak değerlerde buluşabilecek mi?

İnsanlar birbirini tanıdıkça hoşgörülü bir toplum olacağız. Düşüncesini beğenmediğim, farklı düşündüğüm insanları buradan sürme şansına sahip değilim, onlar da beni süremez. O zaman birlikte yaşamanın yollarını bulmalıyız. Abdurrahman Dilipak ve Fethullah Gülen ile yan yana olma nedenim bu. Ben ömrümü bu işe vakfettim.

Bu nedenle ‘mahallenizde’ baskı gördünüz mü?

Çok ciddi baskılar yaşadım. Tehlikeyi görmediğimi düşünüp ‘Siz ne biçim Kemalistsiniz’ gibi eleştiriler aldım. 1920’lerde halka ‘hilafet mi laik cumhuriyet mi’ diye sorulsaydı büyük çoğunluk ‘hilafet’ derdi. Bugün aynı soruya yüzde 80 üzerinde ‘laik devlet’ cevabı verilir. Ama bizim çevre bunu görmüyor. Saygın insanlar... ama en büyük cehalet okumuşun cehaleti.

İkna olmazlar mı?

Yok, çok zordur. Çok bağnaz olur onlar.


Cumhuriyet’e üzülüyorum


14 yıl yazdığınız Cumhuriyet’ten bir yazınız sansürlendiği için ayrıldınız. Şimdi taban tabana zıt bir gazetede, Bugün’de yazıyorsunuz. Mahalle değiştirdiniz yani! Zorlandınız mı, okur nasıl tepki veriyor?

Burada olumlu olumsuz tepki almıyorum. İnsan yazmaya alışınca yazmak istiyor da Cumhuriyet’te yazmamaktan dolayı rahatsızım. Cumhuriyet’in içinde bulunduğu durumada çok üzülüyorum .


Erdoğan Teziç parlak değildi


‘Erdoğan Teziç bizden biri, eskiden iyi arkadaşımdı ama YÖK başkanı olarak parlak değildi maalesef. Bazı sert çıkışlarını, hele de 367 tutumunu yanlış buldum. Çünkü o bir hukuk skandalıydı, parlamentarizmin sonunu getirdi. Teziç gibi bir anayasacı bu hataları yapmamalıydı. Yeni YÖK başkanını tanımıyorum ama ODTÜ’lü ve sosyolog olması benim açımdan olumlu bir puan.’


24.12.2007

Türkiye Şemdinli’de guguk sınavı veriyor

http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=135182


Star , 24.12.2007


Türkiye Şemdinli’de hukuk sınavı veriyor AÇIK GÖRÜŞ

11 yıl önce Susurluk Çetesi ortaya döküldüğünde sistem temizlenecek sanmıştık, olmadı. Yüksekova Çetesinde de öyle. Şemdinli davasının tanığı eski Hakkari Milletvekili Esat Canan’a göre maalesef Şemdinli’de de durum farklı değil.



ESAT CANAN / Eski Hakkari milletvekili



11 yıl önce Susurluk Çetesi ortaya çıktığında sistemin temizleneceğini sanmıştık, olmadı. Birçok insanımızın ölümüne neden olan Yüksekova Çetesi de çökertilmedi. 9 Kasım 2005 günü aynı zihniyetin Şemdinli’de suçüstü yakalanmasına rağmen bu işin de kapatılacağı, daha işin başında belli olmaya başlamıştı. Üstelik AB sürecine ve hatta başta Başbakan olmak üzere hükümetin ‘kararlılık’ ifadelerine rağmen.

Çünkü herkesin gözleri önünde meydana gelen olayın failleri Jandarma İstihbarat Teşkilatı’na mensup kişilerdi ve bunlara zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı sahip çıkmıştı ve böylesi vahim bir olayı ‘basit bir adli vaka’ konumuna indirme çabaları başlamıştı. Bu nedenle sivil mahkemede haklarında 39’ar yıl hapis istenen sanıkların, davanın askerî mahkemeye intikalinden sonra ilk duruşmada tahliye edilmiş olması sürpriz değildir. Dava dosyasının dönüp dolaşıp askerî mahkemeye ulaştırılmasının amacı da buydu.

‘Tabii hákim’ ilkesi

Şemdinli davası, hem Türkiye’nin hukuk sistemiyle ve demokrasisiyle doğrudan bağlantılı hem de Türkiye’nin siyasi yapılanmasına ayna tutan bir davadır. İki kişinin öldüğü, birçok kişinin yaralandığı, bir kitapçının havaya uçtuğu bu davanın sanıklarının askerî mahkemede yargılanabiliyor olması başlı başına bir sorundur. Olayın askerî bir yönünün olduğunu söylemek hukuk devletinde mümkün değildir. Dolayısıyla meselenin en önemli boyutu, iki başlı hukuk sisteminin ortaya çıkardığı çarpıklıktır. Zira sanıkların yargılandıkları askerî mahkemenin bağlı olduğu kurumun en tepesinde, sanıklar için ‘Tanırım iyi çocuklardır’ diyen Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt vardır.

Şemdinli, yargıdaki çift başlılık sorununu çözme fırsatını vermişti aslında. ‘Tabii hákim’ ilkesi uyarınca asker kişiler sırf askeri suçları (firar, emre itaatsizlik, askeri malzemeyi hasara uğratmak gibi) dışında Türk Ceza Kanunu’na giren suçları nedeniyle sivil yargıda yargılanabilselerdi belki bir mesafe kaydedilebilirdi. Şemdinli davası basit bir adli vaka değil, önemli bir davadır.

Sistemi çürüten hukuk dışılıklarla ve bölgedeki görevlilerin uygulamalarıyla hesap verme sürecini başlatacak bir fırsat olarak görülmeliydi. Bölge halkının ve kamuoyunun beklentileri de bu yöndedir ama gerçeğin ‘devletin yüce çıkarları için’ örtülü kalmasının tercih edildiği anlaşılmaktadır. Oysa hukuk devletinin, hukuk içinde çözemeyeceği hiç bir sorun olamaz, olmamalıdır. Büyük devlet, sorunlarını çözerken hukuk dışı yollara tenezzül etmez, hukuk dışı oluşumlara izin vermez, sabıkalı itirafçılara görev vermez.

Devlet herkese lazımdır. Ancak devlet kutsallaştıkça insan önemini, onurunu yitirir. Böyle ülkelerde devlet için kurşun sıkanlar şerefli oluyor. Türkiye, Şemdinli davasında seçimini hukuk devletinden değil, kutsal devletten yana yapmıştır. Bu nedenle de hukuk devletini isteyen Van Cumhuriyet Savcısı mesleğinden ihraç edilmiştir. Savcının görevini eksik ya da yanlış yaptığı tartışmaları rafa kalkmıştır. Zira eksik ya da yanlış görev, en fazla disiplin cezası gerektirir. Meslekten men ise savcıyı ‘İlahlara verilen adak’ haline getirmiştir. Diğer savcı ve hákimlere verilen gözdağıyla yargı bağımsızlığını adeta ortadan kaldırmıştır.

Savcı görevini yapmıştı

Suçüstü yakalanan sanıkların yargılama sürecinde başarı belgesiyle onurlandırılması, olayı gören Şemdinli halkının tanıklığına itibar edilmeyeceğinin açıklanması, görevini yapan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın mesleğinden ihraç edilmesi, Araştırma Komisyonuna bilgi veren İstihbarat Daire Başkanı’nın görevinden alınması ve olaya tanıklık eden bir milletvekili olarak benim TBMM Araştırma Komisyonu’na alınmamam gibi durumlar, olayın kapatılmak istendiğini gösteriyor.

Van Savcısı, Şemdinli davasıyla ilgili olarak içinde generallerin de bulunduğu bir iddianame hazırladı ve kızılca kıyamet koptu. İddianamenin altında ille de rejime komplo arandı ve ‘Koskoca general nasıl suçlanır’ dendi. Oysa bağımsız, sivil yargı, askeri yargı konularını çağdaş hukuk devleti açısından ele alabilmelidir.

Suçlanan kişi sivil olunca farklı, asker olunca farklı iddianame mi hazırlanmalı? Asker de, sivil de Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit yurttaşları ve bu eşitlik mahkeme önünde de geçerli olmak durumunda değil midir? Sivile ayrı, askere ayrı hukuk uygulanacaksa bunu çağdaş hukukun içine nasıl oturtacağız?

Şemdinli bir fırsattı

Şemdinli davası, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasının, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde 30 yıldan beri süren ve bölge halkını mağdur eden hukuksuzlukların, hukuk dışı oluşumların keyfi ve hukuka aykırı faaliyetlerinin, hem hukuku hem demokrasiyi çürüten bu uygulamaların deşifre edilmesinin ve yargı yoluyla sorgulanmasının yolunu açacak bir davadır. Davayla ilgili bu kadar gürültü koparılmasının nedeni de budur.

Savcının, iddiaları temellendirebilmesi için ve son bomba olayına geçmişten bugüne nasıl gelindiğini anlatabilmesi için bu bölgede nelerin olduğunu, nasıl bir sistem uygulandığını, devletin askeri gücü ne gibi oluşumlara gittiğini değerlendirmesi ve soruşturması doğaldır. Çünkü bölgede 30 yıldan beri asker görev yaptı. Sivil otoriteler, askerin yönlendirmesi ve emri altında hareket etti. Burada Jitem, özel tim, koruculuk, itirafçılık gibi sistemler kuruldu. İtirafçılardan yararlanılarak provokatif eylemler yapıldı. Bölge halkı hem tahrik, hem mağdur edildi.

Komisyon da boyun eğdi

Olayın siyasal denetim boyutuyla ilgili olarak kurulan TBMM Araştırma Komisyonu, Susurluk deneyimine rağmen ürkek davranmış, çalışmasını hukuk devletinden değil, kutsal devletten yana tamamlamıştır. Eksik bir rapor hazırlamıştır. Kaldı ki rapor eksik haliyle dahi genel kurulda görüşülüp tartışılmamıştır. Raporda özellikle dikkat çeken bir yön siyasal sonucun çıkarılmamış olmasıdır.

Meclis komisyonları siyasal denetim amacı ile kurulur ama Şemdinli Komisyonu’nun hazırladığı raporun değerlendirme bölümü siyasal nitelikli sonuç ve saptama içermemektedir. Bu da komisyonun olaya, gerçeğin bir bölümünün örtülü tutulması peşin fikriyle yaklaşmasının sonucudur.

Raporda ayrıca kamuoyunu tatmin edecek bir öneriye de rastlanmamakta, bu durumun dayatmacı bir sınırlamaya uyulmuş olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kısacası Araştırma Komisyonu çalışmasında savcının gösterdiği cesareti gösterememiş, sistemin çizdiği ‘çerçeve dışına taşılması yasağına’ boyun bükmüştür. Kısacası bütün suç delilleriyle birlikte hálá ortada duran Şemdinli davasının, faili meçhul hale sokulması, Türkiye’nin yararına olmayacaktır, çok ihtiyaç duyduğumuz karşılıklı güven ortamına da olumlu katkı yapmayacaktır.


24.12.2007