Wednesday, November 28, 2007

Siz ne zaman Batılı oldunuz ki ?

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=99866,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 28.11.2007

Siz ne zaman Batılı oldunuz ki?



Bir yazar arkadaş, AKP iktidarının en az on-on beş yıl daha süreceğini, “bu adamların başımızdan kolay kolay gitmeyeceklerini” sonunda anlamış, çünkü karşılarında başka bir güç yokmuş.

Orduyu saymamış, eh, bu da bir gelişmedir!

Türkiye’nin daha zengin ama cahil, zevksiz, karmaşık bir lumpen cenneti ve “Ortadoğulu” olacağını da görüyor.

Bir başka yazar arkadaş “Ortadoğululuğa pupa yelken” demiş bu gidişe...

Yanılgıları şudur: Sanki Türkiye “pırıl pırıl” bir Batı ülkesi olmuşmuş da, şimdi geri dönüyor!

Türkiye hiçbir zaman Batılı olmadı, yalnızca üstüne bir Batı yaldızı çekildi. Şimdi yaldız yer yer çatladı, dökülüyor. İsterseniz buna aşı boyası, astar cilası falan da diyebilirsiniz, tutmadı.

Çünkü emir ve komuta zinciri içinde uygarlık değişimi, ancak bu kadar giderdi. Zart zurtun sonu buydu.

Türk seçkinleri, şapka giyip kravat takınca, namaz kılmayıp rakı içince, alfabeyi değiştirip tatili de pazar gününe alınca Batılı olacaklarını sandılar.

Tek parti diktası mı Batılılıktı, besleme basın mı?

“Münhal bulunan falanca vilayetin mebusluğuna Ankara’dan şair ya da yazar aday göstermek” mi Batılılık oluyordu?

Yoksa seksen yıl içinde dört darbe, beş de darbe girişimi mi yazıyordu Batılılık kitabında?

Medeni Kanun korkusuyla içerki odaya ikinci, üçüncü eş saklamak mı Batılılık sayılırdı, hu çekme ayinlerinin polisten gizli tertiplenmesi mi? Tarikatlar ortadan mı kaldırılmıştı?

Eski uygarlık süpürüldü... Ama halının altına!

Batılı olduğunu sanan kızla oğlan, tango yaparken birbirlerine değmeye bile çekindikleri zaman mı Batılı gibi yaşıyorlardı? Yoksa hükümet nikâhının ardından ya da önünden bir de imam nikâhı kıydırmadan içi rahat etmeyenler mi?

Tayyör-etekli “Mustafa Kemal rahibelerinin” mi Batı’da örnekleri vardı?

Bürokrat egemenliği, memur üstünlüğü mü Batı standartlarına uygundu?

Burjuva sınıfının da işçi sınıfının da yok denecek kadar cılız olduğu bir Batı ülkesi mi görülmüştü yoksa üç yüz yıldır?

Ticaret ahlakının oluşmadığı, ilişkileri müşteri kazıklamak ve ödeme yapmamak üzerine kurulu, fatura bilmeyen, vergi tanımayan ülke mi Batılıydı, yoksa faşist ceza kanunumuz mu?

Yurttaşlarının pasaport alamadığı, yılda bir kere yurt dışına çıkabildiği ülke mi Batılı sayılıyordu, yoksa döviz bulundurmanın suç olduğu, bankalarının ölüyorum desen on kuruş tüketici kredisi vermeye yanaşmadığı ülke mi?

Dışişleri bakanının masraf olmasın diye yurt dışına çıkmaya çekindiği ülke mi yoksa?

Ortadoğu ülkelerini yoksayınca mı Ortadoğululuk’tan kurtulmuştunuz, yoksa Rusça, Çince, Arapça öğrenmek isteyen gençlerinizin ağzına sıçınca mı?

Hangi şairler, hangi romancılar on iki yıl haksız yere hapis yatıyorlardı hangi Batı ülkesinde?

Kendinize örnek aldığınız Mussolini İtalyası, Hitler Almanyası, Stalin Rusyası mıydı Batı? Bu “geçici” dönemler mi?

Batı, köylülüğü tasfiye mi ediyordu, yoksa sizin gibi koruyup kavanozda saklamaya mı çalışıyor, sonra da “taşra patlamasına” uğrayınca oturup ağlamaya mı başlıyordu?

“Kabir tavafı” mı vardı Batı’da? O kabir anıt da olsa... Din kitaplarının yanısıra bir de “seküler” kutsal kitapları mı vardı?

Hangi şehri sıfırdan kurmuş, nereyi keşfetmiş, neyi icat etmiştiniz acaba?

Hiç ağlamayınız. Siz ne zaman Batılı oldunuz da şimdi Doğu’ya dönmekten korkuyorsunuz?

Bir tek soru soracağım, yanıt verebiliyorsanız veriniz: Niçin, o yerlere göklere sığdıramadığınız, vara yoğa dönüp dönüp çaldığınız “Atatürk’ün sevdiği şarkılar” arasında Rumeli türküleri, Safiye Ayla’dan, Münir Nurettin’den Osmanlı müziği vardır da, otuzlu yılların gözde Batı şarkıcıları, örneğin bir Carlos Gardel, bir Maurice Chevalier falan yoktur?

Alman sanatçılarını saymadık canım, Zarah Leander, Lilian Harvey, Willy Fritsch falan... Onlar da yok! Onları Recep Peker ile Hüsrev Gerede severdi.

Tuesday, November 27, 2007

Kutsal otorite !

http://www.milliyet.com.tr/2007/11/27/yazar/akyol.html

Taha Akyol , Milliyet , 27.11.2007

Taha AKYOL Objektif

Kutsal otorite!


DEVLET kavramını kutsallaştıran bir gelenekten geliyorum; aslında hemen hepimiz öyleyiz. "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" deriz.
Milliyetçiler için "Türk devleti" kutsaldı. İslamcılar için "İslam devleti" kutsaldı. Devrimciler için "devrimci devlet" kutsaldı.
Asıp kesse de, işkenceler yapsa da!
Dikkat ettiniz mi, ortak nokta "otoritenin kutsanması"dır. Osmanlı'daki "din ü devlet" terimi bunun ifadesiydi. 12 Eylül'de askerler Anayasa'da açıkça devletin "kutsal" olduğunu yazmışlardı.
Pek çok metinde devletin "Devlet" diye, büyük harfle yazıldığını görürüz!
Devletin kutsallığından ilk şüphelerim Menderes ve arkadaşlarını katletmeleriyle başladı. Demek ki devletimiz böylesine zalim olabiliyordu!
Sonra liberal anayasa profesörü Ali Fuat Başgil'in kitap ve yazılarını okudum. "Başıma inen haksız yumruk" padişah fermanı mı, milli şef emri mi, fark etmez diyordu!
"Divan-ı Harbi Örfi" ile "Yassıada Mahkemesi"nin ne farkı vardı?!
Sami Selçuk'un "Zorba Devlet" adlı kitabı bu arada mutlaka zikretmem gereken bir klasiktir.

Kötü örnek!
Devletin sınırsız ve sorumsuz bir kutsal güç değil, milletin hizmetinde sorumlu ve bireysel özgürlüklerle sınırlı bir üst kamu otoritesi olduğu fikri liberalizmin siyasi esaslarından biridir. Türkiye, liberalizmle Turgut Özal döneminde tanıştı; Özal ekonomide yeni bir dönem başlattığı gibi, düşünce hayatımızda da yeni bir döneme yol açtı: Fikirlerin çeşitlendiği, "birey"in öneminin sezilmeye başlandığı bir dönem!
Halbuki daha önce "sıkılmış yumruk" olmak makbuldü!
Devlet, otoriterliği ve radikalizmi ile maalesef 'kötü örnek' de olmuştu.
Bundan hâlâ kurtulabilmiş değiliz.
15 yaşındaki bir kız çocuğunu, kazandığı kompozisyon yarışmasının ödül töreninde, başı örtülü diye kürsüden indirtip gözyaşlarına boğmaktan sıkılmayan, içi sızlamayan duygusuz "devletlû zevat" kendi çocuklarına herhangi bir sebepten böyle aşağılayıcı bir muamele yapılmasını nasıl karşılardı?!
Düşünün 15 yaşında bir çocuk!
Bu örnekte kendini gösteren empati yoksunu "tek yol"cu otoriter resmiyet, Türkiye gibi çeşitli renkler ve fikirler barındıran bir toplumda hoşgörü ve uzlaşma örneği değil, bağnazlık ve çatışma örneği oluyor.
Çatışmacı radikallere bakın, hepsinin takıntısı kafalarındaki otoriter "devlet"tir!

Bireysel özgürlük
Devletin güvenlik, adalet, eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerini sağlamakla yetinmesi ve ideolojik olarak "tarafsız" olması, evet liberalizmin savunduğu bir fikirdir. Ama bu, Batı'da yaşanmış büyük kavgalardan çıkarılmış derslerin siyasi felsefe olarak ifadesinden ibarettir.
Din, laiklik, mezhep, etnik kimlik, siyasi felsefe gibi toplumumuzda hatta asırlardan beri büyük kavgalara yol açan ihtilaf konularında hiçbir sihirli çözüm reçetesi yoktur. Zira hiçbirimiz reçetemizi 'öteki'lere zorla kabul ettiremeyiz.
Çözüm, sosyal ve ekonomik gelişmeyle "sıkılmış yumrukları" açıp parmakları 'serbest' bırakmak, tokalaşmayı mümkün hale getirmektir.
Bireysel özgürlükler yani...
Orta sınıflaşan ve bireyleşen Türkiye, sıkılmış yumrukları çözecektir.
PKK niye "bireysel" kavramından ifrit oluyor, bir düşünmeye değmez mi?

t.akyol@milliyet.com.tr

Monday, November 26, 2007

Millet ve devlet: Kim kime sahip ?

http://www.sabah.com.tr/2007/09/16/haber,DD90DB4770CA49B787BBC63186DFA725.html

Emre Aköz , Sabah , 16.09.2007

Millet ve devlet: Kim kime sahip?

Cumhuriyet yazarı, solcu entelektüel Oral Çalışlar, geçen akşam Ali Bayramoğlu'nun yönettiği, siyaset bilimci Beril Dedeoğlu'nun da katıldığı, ' Aklın Yolu' adlı programda, 1982 Anayasası'nda da yer alan o ünlü 'kalıp' ibareye değiniyordu:
" Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü', deniyor... Yani devlet diğerlerinden önce geliyor; milletin ve ülkenin sahibi olarak karşımızda duruyor. Böyle şey olur mu?" ( 14 Eylül, Kanal 24 )
Çalışlar, kuramsal açıdan bu ibareye soru işareti koymakta haklı. Teorik olarak anayasalar, belli bir insan topluluğunun bir araya gelerek, kendi yönetim biçimleri konusunda uzlaşmaya vardıkları metinlerdir.
Ama 'teorik' olarak!
' Tarihsel' ve ' sosyolojik' olarak genellikle gerçek bu değildir. Türkiye'de hiç değildir!
Bizde 'millet' ve 'ülke' devlet tarafından yaratılmıştır. Osmanlı bir imparatorluktu. Yani çok halklı, çok dilli, çok dinli bir siyasi birimdi.
Cumhuriyet ise ' ulus devlet' fikri üzerine inşa edildi; halk, " Türk milleti " haline getirildi.
Ülke yani ' sınırları belli toprak parçası' da öyle... Sür ekli savaşan Osmanlı'nın sınırları muğlaktı. Hemen her yıl değişirdi. Lozan Antlaşması'yla sınırları tanımlanmış ve uluslararası düzeyde tanınmış bir 'ülke' ortaya çıktı.
Peki Oral Çalışlar'ın, " Devlet niye benim sahibim oluyormuş " cümlesine indirgeyebileceğimiz itirazı haksız mı?
Kesinlikle değil.
1923'ten günümüze gelen süreçte eğitimden ekonomiye her bakımdan gelişen 'millet', denklemi tersine çevirmek ve artık ' devlete sahip olmak' istiyor.
Sokaktan herhangi bir kişiyi çevirip sorsanız elbette böyle bir talebi olmayabilir. Ancak onun temsilcileri olan siyasetçiler, aydınlar, sivil toplum kuruluşları bunu dile getiriyor.
"Devletin millete sahip olduğu" yıpranmış düzenin temsilcileri ise statükonun devamını istiyor.
367 hokkabazlığını başımıza saran Sabih Kanadoğlu ve şürekasının " Bu Meclis anayasa yapamaz " demesinin sebebi işte bu!

'Ikınmanın' bu kadarı

http://www.sabah.com.tr/2007/09/27/haber,483D71F35A624AB8B21FA68B962733A6.html

Emre Aköz ,

'Ikınmanın' bu kadarı

Genç, tecrübesiz, epeyce bilgisiz olup, iki satır yazabilmek için kanaat önderlerinden işaret bekleyenlerin ('liderini takip et'); düşünmeden, soruşturmada, bir kez dahi "acaba" demeden şu "mahalle baskısı" hokkabazlığının üstüne atlamasını olağan karşılıyorum.
Ama yaşını başını almış, epey mürekkep yalamış, tecrübe sahibi olanlar da aynı şeyi yapmıyor mu? İşte ona aklım pek ermiyor. Yoksa arkada bırakılan yıllar, onları zihinsel açıdan tembelleştiriyor mu?
"Bizim çocuklar ortaya bir laf atmış, bari ben de bir iki örnek vereyim, gündemin dışına düşmeyeyim" mi diyorlar?
Efendim beni böyle düşündüren Mehmet Ali Kışlalı oldu. Kışlalı 1961'den beri her yıl Mut'tan geçerek Mersin Taşucu'na gidermiş. (Radikal, 26 Eylül)
Sanırım temmuz ve ağustos aylarında güney illeri hayli sıcak olduğu için eylülü tercih ediyor Kışlalı.
Geçenlerde aynı seyahati yinelemiş. Bir cuma günü (14 ya da 21 Eylül olsa gerek) öğle saatlerinde Mut'ta mola vermiş. Çevresi namaza gelmiş insanların otomobilleriyle dolu olan caminin (Lal Ağa Camii olabilir mi?) hemen yakınındaki lokantada yemek yiyecek...
Lokantacı, mahcup bir şekilde, "Benim için önemli değil, yanlış anlamayın ama yemeğinizi dışarıda değil de içeride yeseniz, bir olay olup rahatsızlık duymanızı istemem..." demiş.
Kışlalı "Uyarısını anlamakta güçlük çektim" diye yazıyor, "Tam 46 yıldır, her sene geçtiğimi ama böyle bir durumla hiç karşılaşmadığımı söyledim."
Sonuçta yemeğini içeride yiyor.
Ve kıssadan hisse olarak, şeriatın, bir çiçeğin fark edilmeden büyümesi gibi, ağır ağır gelmekte olduğunu saptıyor.
Şeriat geliyor mu gerçekten? Ben bu yazıda onu tartışacak değilim.
Sadece Kışlalı'nın yazısındaki bir iki noktaya değinmek istiyorum. Aklıma takılan sorular var.
1) Şu anda kullandığımız takvime göre ramazan her yıl 10 gün geriden başlar ve yuvarlak hesap 36 yılda bir aynı döneme denk gelir. Eğer yukarıda değindiğim (tatil, sıcak) nedenlerden dolayı Kışlalı, Taşucu'na eylül aylarının başında ya da ortasında gidiyorsa... 36 yıldır ramazan ayında Mut'tan geçmemiş demektir.
En son 1971 ramazanında geçmiş olabilir ama bilemiyoruz: Belki de o tarihte Mut'ta durmadı. Ya da durdu da, yemek yemedi.
Ayrıca lokantacıya, "Ama geçen yıl (ya da 'evvelki') böyle bir uyarı yapmamıştınız, yine ramazandı ve ben yemeğimi dışarıda yemiştim" demediğine göre... Belli ki en azından iki yıldır böyle bir 'ramazan-yemek' çakışması olmamış. Dolayısıyla, eğer varsa, 'değişimi' anlayabilecek, 'karşılaştırma' yapacak konumda değil.
2) Anadolu kasabalarındaki lokantacıların çoğunluğu, ramazanda dükkanı kapatır. Bunun çeşitli nedenleri vardır: a) Kendileri de dindardır, b) Müşteri sayısı azalır, c) Fırsattan istifade biraz dinlenirler, d) Boya-badana gibi işleri ramazanda yaparlar.
Dolayısıyla Kışlalı'nın ramazanda Mut'ta açık lokanta bulması şanslı olduğunu gösterir. Tek şanssızlığı dışarıda değil de içeride yemesidir.
3) Adabımuaşeret, yani görgü kuralları, mesela bir erkeğin kadının solunda yürümesinden ya da otobüste-uçakta bağıra çağıra konuşmamaktan ibaret olmasa gerek.
İlkokulu bitirdiğimden beri oruç tutmuyorum. Ancak Kışlalı'nın yerinde olsaydım, zaten "dışarıda" yemek istemezdim. Cuma namazına Müslümanlar ayrı bir önem verirler. Onların karşısında, ramazan günü, soğuk hoşafa kaşık çalmayı uygun bulmam.
Bir iftara davetliysem, nasıl olsa oruç tutmuyorum diye ezan okunmadan, niyetliler oruçlarını bozmadan iftariyeliklerden atıştırmam.
Davranışımın sebebi korku ya çekinme değildir. Tam tersine mutlu olurum. Benzeri bir özeni diğer dinlerden olan insanlara da (elbette bildiğim kadarıyla) göstermeye çalışırım.
Dedim ya, benim için bu bir adabımuaşeret meselesidir. Ama belli ki Kışlalı ile aynı frekansta buluşmuyoruz.
Yine de itiraf edeyim: 'Mahalle baskısı' illüzyonunu ispat edeceğim diye, böylesine azimli bir ıkınmayı anlayabilmiş değilim. En azından sağlığa zararlı...

Bağırsaklara hitap etmek

http://www.sabah.com.tr/2007/10/04/haber,C779F8643AC548578460B9EA47B3C5A5.html

Emre Aköz , Sabah , 04.10.2007

Bağırsaklara hitap etmek

Dün Cem Küçük'ün yönettiği 'Satranç Tahtası' programı için bir dönem Sabah'ta yazan Ömer Lütfi Mete ile bir araya geldik.
Mete, "şeriatı getirecekler, kadınları çarşafa sokacaklar" diye korkanların samimiyetini uzun süre sorgulamış. Ve sonuçta karar vermiş: "Bu kişiler samimi; yani o korkuyu gerçekten yüreklerinde hissettikleri için öyle konuşuyorlar."
İtiraz ediyorum.
Banka çalışanı Türkan, müşteri temsilcisi Badesu, öğretmen emeklisi Muazzez böyle düşünebilir, böyle hissedebilir.
Çünkü onlar "bilmek ya da öğrenmek" zorunda değil; ne meslekleri bunu gerektiriyor, ne de toplumsal konumları.
Peki ya "kanaat önderi" rolüne soyunanlara mesela medyada yorum yapanlara, köşe yazarlarına filan ne demeli?
Onlar "bilmek, bilmiyorsa da öğrenmek" zorunda değil mi?
"Boğaz'a bakarak rakı içmek istiyorum, ya engel olurlarsa" gibi şapşalca laflar etmeye hakları var mı?
Bu tip soruları ortaya atanlar, Türkiye'de yaşamıyor herhalde. Çünkü yaşasalardı şunları bilirlerdi:
Güya rakı bizim 'milli içkimiz'. Ama beş yıl öncesine kadar, bir Yunan turiste rakı ikram etmekten utanırdık. Halbuki rakı 'uzo'nun abisi sayılır. Gel gör ki anasonuyla, alkolüyle bizim rakılar berbattı.
Sonra Tekel özelleştirildi, içki sektörü serbestleştirildi. Şimdi sürüyle üreticimiz, birbirinden lezzetli markalarımız var.
Bu ne anlama gelir?
Üzüm yetiştiren çiftçisiyle, fabrikadaki işçisiyle, dağıtımı gerçekleştiren bayi ve kamyoncularıyla, lokantacısıyla, garsonuyla, bakkalıyla binlerce aile şu koca rakı sektöründen ekmek yiyor.
Bitmedi: Bir de işin içinde yabancı sermaye var.
Peki bu iktidar rakıyı engellemek isteseydi, ne yapardı? Mesela: 1) Kendinden önceki hükümet döneminde alınmış olan özelleştirme kararını iptal ederdi. 2) Rakı üretimini giderek düşürür, göstermelik hale getirirdi.
Dediğim gibi... Sokaktaki vatandaş bunları düşünmeyebilir.
Ama kanaat önderiysen, yorum yapıyorsan bu basit bağlantıları bilecek; aptalca laflar etmeyeceksin.
Bütün ciddi araştırmalar, muhafazakârlıkta azalma olduğunu gösterirken, "şeriat gelir" diye korkuyorsan, 'Ayşanım Teyze'den ne farkın kalır?
Bak arkadaşını sokağın ortasında ensesine kurşun sıkarak öldürdüler. Bunu yapanlar ve yaptıranlar pişman da olmuyor ha! "Yaptık, yine yaparız" diyorlar. Bolca da alkış topluyorlar. Türküsü söyleniyor, klibi yapılıyor cinayetin.
Ama hemen karşında, yanı başında duran bu tehlikeden tedirgin olacağına, uyduruk korkularla oyalanıyorsun.
İşte bu yüzden Ömer Lütfü Mete'ye katılmıyorum. "Bilme" konumunda olanlar, "öğrenmemekte" ısrar ediyorsa, burada bir "samimiyetsizlik" var demektir.
Geçen gün Mehmet Ali Birand, "Gerçek bu değil, diyorsun ama korkanlar var, onları ne yapacağız " dedi.
Korkanlarla uğraşmak, korkuların üstünde çalışmak, onları kaşımak ya da tedavi etmek politikacıların işi; bizim değil.
Aktüel'in son sayısında psikiyatri profesörü Vedat Şar ile yapılmış röportaj var: 'Duygulara, heyecanlara' karşı hassas, buna karşılık 'mantığa kapalı' bir "politik beyne" sahip olduğunu söylüyor insanların.
Hoşunuza mı gitti? "Aaa, benim de bir politik beynim var" mı diyorsunuz?
Hemen havaya girmeyin canım. Bakın Prof. Şar şöyle devam etmiş: " ABD siyasetinde buna 'bağırsaklara hitap etme' deniyor. Duygulara seslenmeyen siyasetçinin hiç şansı yok."
İşte 'duygu-duygu' diye övündüğünüz bundan ibaret: Siz kalple ilişkili sanıyorsunuz ama asıl bağlantı noktası aşağılarda ve pis kokuyor.

En hakiki mürşit kimdir ? Duruma göre değişir...

http://www.sabah.com.tr/2007/09/30/haber,3E684F00E0E74CA58F7715725705CDD9.html

Emre Aköz , Sabah , 30.09.2007

En hakiki mürşit kimdir? Duruma göre değişir...

Geçen akşam 32'nci Gün'de tartışıyoruz: " Muhafazakârlık artıyor mu, azalıyor mu? "
Bildiğiniz gibi muhafazakârlığın Türkiye'deki en önemli göstergesi dindarlıktır .
Eğer dindarlıktaki yoğunlaşma azalırsa, muhafazakârlıkta da azalma olduğu, genel kabul görmüştür.
Son yayınlanan A&G araştırması da, diğer araştırmalar gibi dindarlık verilerinde az da olsa bir seyrelme olduğunu ortaya koyuyordu.
Ancak programa katılan Nur Serter bunu kabul etmiyordu. İstanbul Üniversitesi'nde görev yaparken türbanlılara karşı ortaya koyduğu keskin mücadele ve cumhuriyet mitinglerindeki etkin rolüyle CHP milletvekili olan laikçi ablamız şöyle diyordu:
"TV'lerdeki kadın programlarına bakın. Organ bağışını hacı hoca takımına soruyorlar."
Ben de " İyi ki organ nakli tartışma konusu oluyor, diyeceğinize kızıyorsunuz... Ayrıca dinden anlayan birisine sormayacaklar da kime soracaklar... Onlar inançlı insanlar" deyince, ağızlar burunlar oynamaya başladı tabii.
Bizim bilim fetişisti Kemalistlerin buradaki toplumsal mantığı kavramaları, anlasalar dahi kabullenmeleri mümkün değildir.
Halbuki olay şudur:
Köyden, kasabadan koparak hızla kentlileşen insanlarımız yeni yeni kavramlarla tanışıyor. Organ nakli ve bağışı gibi...
Organ bağışı, kalbi teklediği için ölümü beklemeye başlamış bir insan için çok önemlidir.
Tabii bir de madalyonun öteki yüzü var: Organ bağışlamak doğru mu, değil mi?
Birçok din gibi İslam'da da yeniden dirilişe inanılır. Peki ama hayata nasıl dönülecek?
Mesela kalbini bağışlamış bir insan, tekrar dirilebilecek mi? Dirilirse, kalbi olacak mı, yoksa "kalpsiz" mi doğacak?
İnanan insanlar için bunlar ciddi sorulardır. Ama o sorulara pozitif bilimlerle uğraşanlar, mesela tıp doktorları cevap veremez.
Zaten vermeye de kalkışmamalıdır: Bilim " var olan dünya " hakkında konuşur, " öbür dünya " onun alanına girmez.
Ahirete inanan vicdanlı bir Müslüman'ı hayal edin. Vicdanı " Organını bağışla ki bir hayat kurtulsun " diyor. "Öbür dünya inancı" ise kuşkular içinde...
Bu kişi ne yapmalı?
Önce şunu kabul edelim: Onu organını bağışlaması için ikna edecek olanlar, laikçi ablamızın " hacı hoca takımı " diye aşağıladığı din bilginleridir.
" Organımı bağışlayayım mı? " Bu sorunun cevabını bilim değil ancak din adına konuşanlar verir.
Din uzmanlarının TV programlarına katılarak halkı bu konuda teşvik etmesi, gayet olumlu bir durumdur. Sadece beş on kişi dahi ikna olsa, kardır!
Atatürk'ün " Hayatta en hakiki mürşit (rehber) bilimdir " sloganı önemlidir ama... Ancak hedefini zaten bilenlerin işine yarar.
Kurtuluş Savaşı sırasında "hacı hoca takımı" ile ittifak oluşturan Kemalistler, Cumhuriyeti kurduktan sonra koalisyonu bozdu. Çünkü iktidarlarını paylaşmak istemediler.
Eğer Kemalistler, korkacaklarına, "hacı hoca takımı" ile işbirliği yapmayı tercih etselerdi, hayal ettikleri modernleşmeyi çok daha hızlı gerçekleştirebilirlerdi.
Yapmadıkları için şimdi TV'leri hayret ve kızgınlıkla izliyorlar.

Prof. Kemal Karpat ezberlerini bozunca

http://www.sabah.com.tr/2007/10/13/haber,AF7E888E15734D1582A73CC6186CE37D.html

Emre Aköz , Sabah , 13.10.2007

Prof. Kemal Karpat ezberlerini bozunca

Başka konulara daldık, en önemli tarihçilerimizden Prof. Kemal Karpat'ın söyleşisine değinemedik.
Neşe Düzel'in sorusu üzerine Osmanlı'daki din-devlet ilişkisini anlatan Hoca, şöyle diyor:
"Bizim en ileri tarihçilerimizden biri, kitabının başında ' Osmanlı teokratik bir devletti' diyor... Bunu okuduğumda donakaldım. Bunu söylemek için tarih, siyasi ilimler ve felsefe bilmemek gerek. Teokratik devlet, din adamları tarafından idare edilen bir devlettir. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir devlet olmadı."
Düzel, halifeliği hatırlatınca Hoca şöyle devam ediyor:
"Halife olarak yönetmiyor ki devleti. Sultan olarak yönetiyor... Şeyhülislamlık, padişahın kararlarını onaylayan, Müslüman halkın gözünde din adına meşrulaştıran basit bir makama dönüştü. Mesela, İkinci Mahmut reformlara başladığında, ' Benim yaptıklarımı meşru göstermek için bana hadisler bulun' diye emir verdi. 35 kadar ayet bulup getirdiler. İkinci Mahmut şahsi diktatörlüğünü kurmak için şeyhülislamı kullandı... Sonuçta Osmanlı bir yerde laik bir devletti..." ( Radikal, 8 Ekim )
'Teknik' anlamda elbette laik değildi Osmanlı ama esas otorite "dünyevi" iktidardı, padişahtı. Şeyhülislamlık onun yanında bir meşruiyet kurumu olarak çalışırdı.
Bir örnek vereyim...
Geçenlerde, halen Milli Eğitim Bakanı olan Doç. Hüseyin Çelik'in doktora tezini okuyordum: " Ali Suavi ve Dönemi " (İletişim Yay.)
Ali Suavi ilginç bir kişilik. 1839'da doğuyor. Gazetecilik yapıyor. İngiltere'de ve Fransa'da yaşıyor. Galatasaray Lisesi'ne müdür oluyor. Dönemine göre ilginç fikirleri olan 'tuhaf' bir aydın.
20 Mayıs 1878'de İkinci Abdülhamit'e karşı Beşinci Murat'ı tahta çıkarmak üzere, organize ettiği birkaç yüz adamlarla Çırağan Sarayı'nı basıyor.
Başarısız kalan baskında, Ali Suavi, Beşiktaş Zabıta Amiri Hasan Paşa tarafından başına sopayla vurularak öldürülüyor.
Peki sonra ne oluyor?
'Çırağan Hadisesi'nin içyüzünü ortaya çıkarmak amacıyla bir komisyon kuruluyor. 13 gün harıl harıl çalışan komisyon olayı gayet ayrıntılı bir biçimde soruşturduktan sonra padişaha raporunu sunuyor.
Ardından toplanan Divan-ı Harb'in o rapora da dayanarak aldığı kararlar, Heyet-i Vükela tarafında onaylanıyor.
Başta elebaşılar olmak üzere baskına karışanlara çeşitli cezalar veriliyor: Hapis, sürgün, para cezası, vb... Bitmedi...
II. Abdülhamit bu cezaların infazı için bir de şeyhülislamdan fetva alıyor!
İşte Kemal Karpat'ın " Sonuçta Osmanlı bir yerde laik bir devletti " derken kastettiği böyle bir şey.
Çırağan Hadisesi baştan sona " dünyevi otorite " ve " dünyevi kanunlar " çerçevesinde ele alınıyor. İnceleniyor, araştırılıyor, soruşturuluyor ve nihayetinde cezalar veriliyor.
Ama en son aşamada, halkın zihninde hiçbir kuşku kalmaması için, usulen, şeyhülislamdan da " kararlar dine uygundur, infaz edilebilir " diye fetva alınıyor.
Böylesine ayrıntılı bir işlemden sonra şeyhülislam " hayır " diyebilir mi? Diyemez. Sadece o açıdan değil, neticede devletin memuru olduğu için de diyemez! Onayı verir.
Yine de fetvayı vermezse ne olurdu?
En basitinden kendisine, " Şeyhülislam efendi, sen yorulmuşsun, artık git evine dinlen, biz bu arada uygun fetvayı verecek yeni bir şeyhülislam bulalım " derlerdi.
Böylece mesele yine usulü dairesinde halledilmiş olurdu.
Son olarak: Şerif Mardin'in diğer saptamalarını es geçip ' mahalle baskısı' lafının üstüne atlayarak 600'e yakın yazı döşenen basınımız, Kemal Karpat'ı hiç görmedi!
Çünkü " Hilafeti kaldırmadan laik cumhuriyet olabilirdik " diyen Karpat'ın her söylediği ezberlerini bozuyordu.

Örtbas - İspatla da görelim

http://www.sabah.com.tr/2007/10/21/haber,F75CEE7C1D594F71BAF5AE73F6F10E1B.html

Emre Aköz , Sabah , 21.10.2007

'İspatla da görelim'

Hatırlarsınız: Başbakan Erdoğan, " 1915'te ne oldu " sorusuna cevap arayacak uluslararası bir komitenin toplanmasını önermişti.
Başta Türkiye olmak üzere, konuyla ilgili tüm ülkeler arşivlerini hiçbir engel çıkarmadan açacak... Tarihçiler ve diğer uzmanlar bir araya gelerek olayın " soykırım " tanımına girip girmediğine karar vereceklerdi.
Neredeyse unutulan bu öneri, şimdilerde tekrar ısıtılacak.
Batı ülkelerinde yapacakları konuşmalarla kamuoyu yaratmaya çalışacaklar:
" Gelin her kafadan bir ses çıkmasına son verelim, bu işin aslını bize uzmanlar söylesin. "

Diyelim ki Batı kültürüne aşina bir milletvekilimiz, ABD'ye giderek " uzman komite " önerisini, bir grup akademisyene anlattı...
Ne olacak biliyor musunuz?
Konuşmanın sorucevap bölümünde bir akademisyen kalkıp şöyle diyecek: "Ben sizin o komiteyi doğru dürüst çalıştıracağınıza inanmıyorum. Bize zaman kaybettirmek için elinizden geleni yapacaksınız."
Türk konuşmacı bir an şaşıracak ve akademisyene niye böyle düşündüğünü soracak. Amerikalı da diyecek ki:
"Hrant Dink adlı bir Ermeni gazeteci varmış. Bir yıl kadar önce sokakta öldürülmüş. Siz bu adamı ceza kanununuzun 301'inci maddesinden yargılıyormuşsunuz.
"Bu kanuna göre sizin ülkenizde ' Türklüğe hakaret' diye bir suç bulunuyormuş. O kanuna dayanarak 1915 olaylarına soykırım diyeni mahkemeye çekiyormuşsunuz.
"Hatta duyduğuma göre Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Orhan Pamuk'u bile bu 301'den mahkemeye çağırmışsınız. Bütün bunlar doğru mu?"
Türk konuşmacı ne diyecek? " Evet, doğru ama bunun uzmanlar komitesiyle ne alakası var? "
"Anlatayım" diyecek akademisyen:
"Hrant Dink'in katili bir delikanlıymış. Ama katilin tek başına hareket etmediği ortaya çıkmış. Hatta onu cinayete azmettirenler arasında emniyet görevlileri de varmış. Ama devletiniz onları mahkemeye çıkarmamış. Üstelik deliller karartılıyor, yok ediliyormuş. Şu anda tutuklu bulunanlar, aslında birer piyonmuş."
Bizim konuşmacı, bir Amerikalının bu kadar ayrıntıya hakim olması karşısında dayanamayıp soracaktır: " Bunları nereden biliyorsunuz? "
"Medyanızda çıkan haberler İngilizceye çevriliyor. Toplantıya gelmeden önce hepsini okudum. Anladığım şudur: Siz 301'inci maddeye dayanarak bu meselenin ülkenizde tartışılmasını engellemekle kalmıyor, aynı zamanda Hrant Dink cinayetinin ardındaki esas faillerin ortaya çıkarılması için de çaba göstermiyorsunuz."
Konuşmacımız tam ağzını açacakken, Amerikalı akademisyen lafını şöyle bağlayacaktır:
"İşte bu yüzden, ben komite önerisinde samimi olduğunuza inanmıyorum. Nasıl yapacaksanız yapın; 301'i değiştirin. Bu arada Dink'in gerçek katillerini yakalayıp yargılayın. Yani önce samimiyetinizi ispatlayın, sonra komite işini konuşalım."

ABD şart değil, yukarıdaki tartışma herhangi bir Batı ülkesinde geçebilir.
Konuşmacımızın karşısında da, illa bir akademisyen değil, bir siyasetçi, bir bürokrat ya da bir sivil toplum kuruluşu temsilcisi olabilir.
Ama her halükarda tartışma yukarıdaki gibi akacak ve bizim konuşmacımızın ' kem küm' etmesiyle son bulacaktır.

Şeytan bunun neresinde ?

http://www.sabah.com.tr/2007/11/03/haber,D96B9C1CC9CA4BE095DC0A11E34A1A98.html

Emre Aköz , Sabah , 03.11.2007

Şeytan bunun neresinde?

Geçenlerde Hürriyet'in başyazarı Oktay Ekşi, "cumhuriyet rejiminin hiç de iddia edildiği kadar başarılı olmadığını" belirten Star'ın başyazarı Mehmet Altan'ı eleştirince...
Üstelik de bunu, Altan'ın ekonomi profesörlüğüne göndermede bulunan, " Sırtındaki unvanı alıncaya kadar sana hiç tarih okutmadılar " gibi kışkırtıcı cümlelerle yapınca... ( 30 Ekim ) Kavga başladı!
Mehmet Altan eski defterleri açtı. Ne yazıyordu o eski defterlerde?
Hatırlatalım: ' Postmodern darbe' denilen 28 Şubat (1997) sürecinde, askeriye içinde bir " andıç " (bilgi notu) hazırlanmıştı.
Başta gazeteciler olmak üzere, örtülü darbeye karşı çıkanlar; PKK ile işbirliği yapmakla, hatta örgütten para almakla suçlanacaktı.
Nasıl mı? Türkiye'ye teslim edilen PKK yöneticisi Şemdin Sakık'ın ifadelerine, söylemediği bazı cümleleri serpiştirerek! Ve bu yalanları, darbeyi destekleyenlerin yazmasını sağlayarak...
Andıç meyvesini 1998'de verdi: Uydurulmuş ifadelerin medyada yer almasıyla bazı gazeteciler (başkaları da vardı) ya işlerinden oldu ya da sindirildi.
Bu psikolojik harekata, hevesle katılanlardan biri de, ' Alçakları Tanıyalım' başlıklı yazısıyla Oktay Ekşi'ydi. (25 Nisan 1998)
Bu çamur atma seferberliğinde yer alanların bir kısmı daha sonra hata yaptıklarını kabul ettiler ama iş işten geçmişti.
Şimdi Mehmet Altan, kendisine yüklenen Ekşi'ye, geçmişi hatırlatırken, " Sen ne yüzle yazı yazabiliyorsun, anlamıyorum " diyor.
İzninizle bu sorunun cevabını ben vermeye çalışayım.
Geçen gün Cumhuriyet yazarı Oral Çalışlar, Su TV'deki ' Sivil Bakış' programında şöyle yakınıyordu:
"Hem 28 Şubat'tan... Hem de mesela cezaevlerine yönelik ' Hayata Dönüş' operasyonundan sonra... Devletten gelen yalan yanlış bilgileri, sorgusuz sualsiz yayınlayan arkadaşlarımız ' özeleştiri' yaptı. Ama bakıyoruz ki aynı hataları bugün de tekrarlıyorlar. Bu ne biçim özeleştiri?"
Efendim " özeleştiri " esas olarak Batı kültürünün bir parçasıdır. Kaynağı da " şeytan " (kötülük, günah, vb.) anlayışıdır.
Batı kültüründe kötülük " içimizde " vardır ve bizim ona karşı mücadele etmemiz gerekir.
Doğu kültüründe ise kötülük, " dışarıda " konumlanır. Kişiye öteden gelen ve onu "kandıran", "bozan", "yanlışlığa iten" bir varlıktır.
Batıda, özeleştiri yapan bir insandan, aynı hataları tekrar etmemesi beklenir. Çünkü içindeki kötülüğü tanımış ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenmiştir.
Doğuda ise özeleştiri, bir " geçici " af dileme, 'pardon' deme durumudur. Hakiki bir iç hesaplaşma söz konusu olmadığından, kişi bildiğini okumaya devam eder.
Oktay Ekşi için de ' bireysel açıdan' durum budur: Orgeneral Çevik Bir ve Tümgeneral Erol Özkasnak gibi 28 Şubatçı komutanlar, onu kandırıp tuzağa düşürmüştür. Yani kötü olan kendisi değil, bunu ona yaptıranlardır.
'Psikolojik' açıdan olay böyle...
Peki ya ' kurumsal' açıdan?
Onun da cevabını, yine Oktay Ekşi'ye ilişkin eski defterleri karıştıran Taha Kıvanç verdi. ( 2 Kasım, Yeni Şafak )
TV sahipliğine ilişkin yasa tasarısıyla ilgili olarak... Patronunun çıkarlarına aykırı bir yazıyı kaleme almasının ardından... Belli ki "ciddi biçimde uyarılan" Oktay Ekşi... Önce " Ben kendi fikrimi yazmıştım " diyor... Sonra da ekliyordu: " Doğrusu şu ki bir gazetenin başyazarı, sütununda bireysel görüşünden çok gazetenin yayın politikasını yansıtır. Temel kural budur ." ( 8 Haziran, 2001 )
Özetle: Mehmet Altan, "Sen ne yüzle yazı yazabiliyorsun, anlamıyorum" diyor ya... Bunda anlamayacak ne var? O yüz, bir kurumun yüzü ve bildiğiniz gibi Türkiye'de kurumlar utanmaz, yüzleri kızarmaz. " Dün dündür, bugün bugündür " deyip işlerine devam ederler.

Türkiye hep 'Ilımlı İslam'dı


http://www.sabah.com.tr/2007/11/04/haber,5E3B03A94929438E99CF881E240A67E1.html

Emre Aköz , Sabah , 04.11. 2007

Türkiye hep 'Ilımlı İslam'dı

GEÇEN gün ' Mesele' dergisinin ekim sayısında, siyaset bilimci Prof. Taha Parla ile yapılmış bir röportaj okudum.
Taha Parla, 12 Eylül darbe döneminde akademik hayattan ayrılmıştı. Yıllar sonra döndü. Şimdi yine Boğaziçi Üniversitesi'nde ders veriyor.
Röportajda Parla'nın birçok ilginç analizi, saptaması ve iddiası var. Mesela: " 22 Temmuz seçimleri AKP-TSK koalisyonunun tescilidir... Dolmabahçe Protokolü, bütün halkı ve hatta mensubu olunan kurumları hiçleyen bir çift başlı monarşik tasarruf hükmündedir..." diyor.
Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri ve Kemalizm üzerine birçok araştırması olan Prof. Parla'nın en çarpıcı sözlerinden biri şöyle:
"Türkiye'de laikmürteci mücadelesi yoktur; sosyal sınıf tabanı ve dar siyasi rekabet amacı olan bir mezhep kavgası söz konusudur: Kemalist-Diyanetçi İslam ile diğerleri arasında geçer bu kavga. AKP eksi Milli Görüş'ten sonra mezhep kavgası dahi törpülenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti zaten kuruluşundan beri ' Ilımlı İslam'dır.
Türk laikliği zaten 'Ilımlı İslam'dır." Eğer bu saptama doğruysa; şöyle bir noktaya varıyoruz: Bazılarının iddia ettiğinin tersine; ABD, Türkiye'de 'Ilımlı İslam'ı yaratmıyor. Zaten var olandan yararlanmaya çalışıyor ki buna, o 'Ilımlı İslam'ın kurucusu ve savunucusu olan Kemalistler de dahildir!

Yok Sayma - O masal siviller içindi

http://www.sabah.com.tr/2007/11/04/haber,C5E00FEE7268473DBC46F2CFA6A0CB08.html

Emre Aköz , Sabah , 04.11.2007

O masal siviller içindi

Hem Kara Kuvvetleri, hem de Jandarma Genel Komutanlığı yapmış olan emekli Org. Aytaç Yalman, şöyle demiş:
"(Sosyal sorun aşamasında...) Sorunun ' kendini ifade' olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak istiyor... Bizler o dönemde, 'Kürt yoktur' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta, işte 'dağlarda kartkurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir' gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ' yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz." ( Fikret Bila'nın röportajı, Milliyet, 3 Kasım )
Aytaç Yalman ' sosyal sorun' adını verdiği dönemin 1938'den 1970'e kadar sürdüğünü, bu yıllarda terör olmadığını belirtiyor.
Ben Yalman'ın sözlerindeki " Kürt yoktur, diye eğitilmişiz " bölümüne takıldım.
Yalman'ın dediği askerler için değil, siviller için geçerlidir. Nedenini anlatayım...
Siyaset bilimci Prof. Metin Heper, " öğreten devlet " kavramından söz etmişti. ( Radikal, 30 Nisan )
Devlet, ' milli eğitim' ve ' eğitimin birliği' (Tevhidi Tedrisat) mekanizmasıyla uzanabildiği herkese aynı eğitim ve öğretimi verir.
Bir şeyleri 'öğretme' hakkına sahip olmak, aynı zamanda başka bazı şeyleri ' öğretmeme' anlamına gelir.
Türkiye'deki milli eğitim şunları öğretmemiştir: "Kürt sorunu... Din sorunu... (Eskiden) Sosyalizm meselesi... Bireyleşme..."
Subay eğitimi ise farklıdır.
Askeri okullarda öğrenciler, özellikle Kürtlere ve dinin toplumdaki rolüne ilişkin sorunları (tabii belli bir doktrinin aşılanması biçiminde) öğrenirler.
Zaten Atatürk'ün hayatını su gibi öğrenen bir askeri öğrencinin, onun döneminde sürüyle Kürt isyanı olduğunu bilmemesi düşünülemez.
Bu açıdan bilhassa ' Karacı' subayların bir başka avantajı daha vardır: Hem Türkiye'nin dört bir yanında görev yaparken, hem de kıta hizmeti sırasında Kürtlerle karşılaşırlar. Ve onlara " Ali Okulu " denilen kurslarda Türkçe öğretmeye çalışırlar.
Özetle: 1940 doğumlu Aytaç Yalman'ın, Türkiye'de bir Kürt sorunu olduğunu 1970'lere dek bilmemesi mümkün değildir.
" Dağlarda gezerken kartkurt sesleri çıkaran adamlar " masalı subaylar için değil, siviller için uydurulmuştur.

İşkencenin sorumlusu

http://www.sabah.com.tr/2007/11/09/haber,A211448CD87644A089DF9460C44D6334.html

Emre Aköz , Sabah , 09.11.2007

İşkencenin sorumlusu

Hasan Cemal'in ' Kürtler' adlı kitabı ' İşkence' başlıklı bir bölümle başlar.
1928 doğumlu Felat Cemiloğlu, 1982'de Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevine konur.
O sırada 54 yaşında olan Cemiloğlu herhangi bir suç işlememiştir. Zaten sekiz ay sonra serbest bırakılacaktır.
Cemiloğlu o sekiz ayda yaşadıklarından çıkan sonucu Hasan Cemal'e şöyle özetler: " Eğer genç olsaydım, dağa çıkardım ."
Peki ne olmuştu da, 1977'de Adalet Partisi'nden belediye başkanı adayı olacak kadar rejime bağlı Cemiloğlu böyle konuşmuştu?
İşte size o sekiz ayda yaşananlara ilişkin iki olay:
"Cezaevine geldiğimiz günden beri Co isimli köpekle devamlı muhataptık. Mesela sırayla Co'ya tekmil verdiriyorlardı. Co'nun karşısında, ' Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret komutanım' tekmilini çok yüksek sesle ve topuk sesiyle veriyorduk. Co tekmili beğenmezse havlıyordu. Ve Co'yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk." (s. 26)
"Tek ayaküstünde, duvar dibinde duruyorum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayağım düşüyor yere, tutunamıyorum. Emre itaatsizlik! Cezası: Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç bok alıp ağzıma attım. Sonra, ağzımda pislik, hazır ola geçtim. Öylece duruyorum." (s. 33)
Sonra ne mi olur? Cemiloğlu ağzındaki tüm dişleri çeker, iple bir arkadaşına çektirir. Çünkü " temizleyememiştir " dişlerini. O hissi bir türlü atamıştır ağzından.

Bunlar tahammül ötesi işkencelerden sadece ikisi. Normal bir insan kitabın o bölümünü midesi takla atmadan okuyamıyor.
Diyarbakır Askeri Cezaevi gerçekten korkunç bir yerdi. Oradan "geçenlerden" genç olanları dağa çıkıp PKK'ya katıldı. İleri yaştakiler ise öylesine aşağılanmışlardı ki Nazi zulmünden kurtulan Yahudiler gibi uzun süre başlarına geleni anlatmadılar.
Bu suskunluğa aileleri de dahil... O cezaevinde " arkasına cop sokulan " bir adamın bunu eşine anlatması kolay mı sanıyorsunuz?
ABD askerlerinin Ebu Gureyb cezaevinde yaptıkları, fotoğraf çeker hale gelen cep telefonları ve internet sayesinde bütün dünyaya duyuruldu. İşkence yapan askerlerden bir kısmı mahkemeye verilip cezalandırıldı.
Ya Diyarbakır Askeri Cezaevi'ndekiler? Kimi terör örgütleri, işkence yapanlardan birkaçını yıllar sonra öldürerek intikam almaya çalıştı.
Ama " ciddi ve kapsamlı " bir soruşturma ile olayın üstüne gidilmedi. Çünkü bunu yapması gerekenler zaten devletin tepesindeydi.
Bunca yıl sonra bazı doktorlar, akademisyenler, avukatlar, sanatçılar, " Diyarbakır Cezaevi Geçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu "nu oluşturmak üzere bir araya geldiler.
Geçtiğimiz 12 Eylül günü, 1980-1984 arasında o cezaevinde bulunmuş kişilere ya da onları tanıyanlara " gelin yaşadıklarınızı anlatın " diye çağrıda bulundular.
Diyarbakır Cezaevi'nin "dağa adam gönderme" istasyonu haline getirilmesindeki " siyasi sorumlu " 12 Eylül cuntasının başı olan Org.
Kenan Evren'dir.
Evren bu konudaki sorumluluğunu reddediyor ve " Ben mi emir verdim " diyor.
Yani koskoca bir cezaevinin işkence merkezi haline getirilmesinden haberi olmadığını iddia ediyor.
Evren'in söylediklerine inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum. Ama iş inanmak ya da inanmamakla olmaz. Evren'in ve diğer yöneticilerin "siyasi sorumlu" olmanın ötesinde bundan haberi olduğunu kanıtlamak gerek.
Bu da ancak yukarıda sözünü ettiğim kapsamlı bir soruşturma ile yapılabilir.
Ama Türkiye hangi geçmişiyle yüzleşti ki bununla da yüzleşsin?

PKK mayınına kim basmıyor ?

http://www.sabah.com.tr/2007/11/16/haber,27CBC06B13EF4F88AED4BFBFDBC45B9E.html

Emre Aköz , Sabah , 16.11.2007

PKK mayınına kim basmıyor?

Hafta sonu tatil olduğu için pazartesi günleri haber açısından zayıftır. Bu açık genellikle röportajlarla kapatılır.
Pazartesi sabahları Neşe Düzel'in Radikal gazetesinde yaptığı ve bazen hafta boyunca sözü edilen, tartışılan röportajları merakla hatta heyecanla okurdum.
Neşe Düzel yeni kurulan bir gazeteye geçti. "Taraf", yazar Ahmet Altan ile Sabah ve Aktüel'den hatırlayacağınız Alev Er'in yayın yönetmenliğini ortaklaşa yaptıkları bir gazete.
'Taraf' yayın hayatına dün atıldı ve ilk sayısının manşetini, Neşe Düzel'in yaptığı röportaj oluşturuyordu:
Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu, " PKK 'nın Dağlıca baskınından sorumlu olan herkes, erinden generaline soruşturulmalı ve yargılanmalı"
diyor.
Pamukoğlu ilginç bir kişilik. 1993-95 arasında Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı'nın komutanı. Sıkı ve gözü pek bir asker olduğunu biliyoruz.
Ancak asıl dikkati çeken özelliği, asker-sivil demeden ülkeyi yönetenleri sözünü sakınmadan eleştirmesi. PKK'nın her büyük eyleminde kameralar ona dönüyor.
Ben Pamukoğlu'nun askeri çizgisini, önerilerini, saptamalarını önemsiyorum. Ancak siyasi yaklaşımı tedirgin edici.
Mesela... 20-21 Ekim'deki Dağlıca saldırısından sonra, yanlış hatırlamıyorsam Sky Türk kanalında konuşurken, önce askeri değerlendirmeler yapmış... Ardından da hızını alamayarak, "PKK'yı askerlerin değil halkın bitireceğini... Bu işi gençlerin yapacağını... Sadece kendilerini kararlı bir biçimde harekete geçirip yönlendirecek bir liderliğe ihtiyaç duyduklarını" söylemişti.
Böyle bir şey ancak faşizme yönelmiş popülistotoriter rejimlerde olabilir. (Çeteleşen Kuvvacılar da aynı hayalleri kuruyor.)
Siyasi açıdan böyle nahoş, demokrasi karşıtı laflar eden Pamukoğlu, konu mesleğine yani askerliğe gelince gayet mantıklı konuşuyor.
Onun söyledikleri ile iş dünyasındaki amansız rekabet arasında paralellikler var. Mesela:
- Günümüzde büyük ama hantal şirketlerin kârı düşerken, küçük ama hızlı hareket eden şirketlerin kârı yükseliyor.
- Küçük şirketler piyasadaki değişikliği anında algılayıp ona göre tavır alırken, hantal şirketlerin bilgiyi toparlaması, değerlendirmesi ve eylem kararı vermesi uzun sürüyor.
- Büyük şirketler düzenli ordular gibi... Küçükler ise adeta
gerilla savaşı yürütüyor. (Yönetim kitaplarına bakın, pazarlama, satış ya da reklamda " gerilla taktiklerinden " söz ediyorlar.)
" Ben sabit hiçbir şeyden hoşlanmıyorum " diyerek sınır karakollarına karşı çıkan Pamukoğlu da farklı bir alanda ama "şirket yönetim guruları" ile aynı zihniyette:
" Karakol demek, bina yapıyorsunuz, içine giriyorsunuz ve sonuçta binanın etrafını koruyorsunuz demektir ."
PKK yıllardan beri üç aşağı beş yukarı aynı şefler tarafından yönetiliyor. Bu da tecrübe birikimine yol açıyor. Hiyerarşik ordu düzeninde ise komutanlar ve diğer askerler geliyor, görev süresini tamamlayıp gidiyor.
Evet, tecrübe " yazıya " dökülerek süreklilik sağlanmaya çalışılıyor... Ama yine de " kuram ile pratik " arasında uçurumlar oluşuyor.
Bir başka eksiklik de istihbarat alanında... Biz sivillerin ortaya attığımız " nasıl oluyor da oluyor " türü soruları, Pamukoğlu da soruyor: " Niye köylüler mayınlara hiç basmıyor? Çünkü herkes o güzergâhlarda PKK'nın mayını nereye koyacağını üç gün önceden biliyor. "
PKK ile mücadelede Türkiye'nin şimdiye dek 300 milyar dolar harcadığı söyleniyor ya... Merak ediyoruz: "Acaba PKK'nın bitmesini istemeyenler var mı?" Keşke Neşe Düzel keşke bunu da sorsaydı.

İç düşman

http://www.sabah.com.tr/2007/11/20/haber,84B8518131DA4055A8080DCC2B546A86.html

Emra Aköz , Sabah , 20.11.2007

"İç düşman"

Alman siyaset bilimci ve hukukçu Carl Schmitt (1888-1985) " siyasi " faaliyeti, "ekonomi", "kültür", "inanç" gibi hayatımızdaki diğer önemli faaliyetlerden ayırt edenin ne olduğunu araştırmış bir düşünürdü.
Bu soruya kışkırtıcı bir cevap vermişti Schmitt: Ona göre siyaset, " düşman " yaratma sanatıydı.
Schmitt'e göre her rejim ve dolayısıyla her devlet, " dost ve düşmanı " tanımlar. Kendi varlığını bu tanımlama üzerine oturtur.
"Düşman" kelimesini görünce hemen tedirgin olmayın. Söz konusu olan topla, tüfekle saldırılarak, yok edilmesi gereken bir düşman değil.
Burada kastedilen, siyasal sistem " içinde " yer almasına rağmen " öteki " olarak adlandırılan unsurdur.
Yani düşman, " aramızda " olmasına, " bizdenmiş gibi " gözükmesine rağmen, bizi tehdit eden, " birliğimizi " bozmayı amaçlayan bir varlıktır. Yani iç düşmandır.
Milli Takım'ın eski teknik direktörü Mustafa Denizli, kendisini eleştirenlere, " İçimizdeki İrlandalılar " derken, Schmitt'in fikrini futbol arenasına taşımış oluyordu.

Nazi rejimine yakın olmasına karşın, Schmitt'in "siyasal" tanımı, çok farklı çizgilerdeki düşünürleri etkilemiştir.
Mesela Belçikalı siyaset bilimci Chantal Mouffe, kendi demokrasi kuramını geliştirirken Schmitt'ten etkilenmişti. Demokrasi, neticede, farklı siyasi görüşlerin, bir araya gelerek, yani bir " biz ve ötekiler " ayrımı yaparak yönetime katılması değil mi?
Fransız filozof Jacques Derrida da "farklılık", "dost" ve "öteki" kavramlarını geliştirirken, Schmitt'in katkısından yararlanmıştı.
Carl Schmitt'e göre her devlet, siyasal birliği oluşturup pekiştirirken; bir ya da birkaç " düşman " yaratır. Bu iç düşmanlar, yasa dışı ilan edilir.
Şartlara ve rejimin niteliğine göre iç düşman kah kınanır, ayıplanır; kah dövülür, hapsedilir; bazen de öldürülür.
1923'ten 1930'lu yıllara, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasında, dört büyük iç düşman tanımlanmıştı: İşbirlikçilikle suçlanan azınlıklar ... Rejimi yıkmayı amaçlayan komünistler ... Laikliğe son vermeyi hedefleyen dinciler ... Milleti parçalamak, ülkeyi bölmek isteyen Kürtçüler ...
84 yıllık Cumhuriyet tarihi, bu gruplardan korkarak ve onlarla mücadele ederek geçti.
Bundan sonra farklı olabilir mi? Yani, en azından, "iç düşman" tanımlamasındaki " sertlik " yumuşayabilir mi?
Olması gerek!
Gidişat o yönde.
Şu tip faktörler, o sert zihniyeti törpülüyor ve değişime zorluyor:
Avrupa Birliği süreci... Demokratikleşme çabaları... Dünya ekonomisiyle bütünleşme... Yüzde 70'i aşan kentleşme oranı... Kapitalizmle birlikte derinleşen modernleşme...
AKP iktidarı, " şeriat geliyor " iddialarının safsata olduğunu ortaya çıkardı...
Emekli orgeneraller dahi Kürt sorununda hata yaptıklarını söylüyor...
Ceza Kanunu'ndaki 301'inci madde değişecek, AB'nin ' İlerleme Raporu'nda yer alan eksikler giderilecek.
Türkiye bunları yapıyor, yapmaya da devam edecek. 21'inci yüzyılda ancak bu şekilde ayakta kalabiliriz.
Aksi halde, Carl Schmitt'in dediği anlamda, iç düşmanın tanımını yapanların kendisi birer iç düşman olur ki onların kazanmalarına izin vermemek gerekir.

Fikir Dansözü

http://www.sabah.com.tr/2007/11/22/haber,6B6C64D2FD3441DD84BE31E81A9890DA.html

Emre Aköz , Sabah , 22.11.2007

Fikir dansözü

Siyasetçilerin kısa süreler içinde fikir değiştirmelerine... Bırakın 10 yılları, birkaç ay öncesine kadar 'siyah' dediklerine, 180 derecelik dönüşlerle 'beyaz' demelerine çoktan alıştık.
Evet onlara alıştık ama yaşını başını almış, "duayen" denilen bazı kanaat önderlerinin aynı tavrı takınması, sıradan bir siyasetçi gibi fır fır dönmesi hala garibimize gidiyor.
Örnek mi istiyor musunuz?
İşte İlhan Selçuk...
22 Temmuz seçimlerine giden süreçte; ulusalcı-solcuların, ülkücü-milliyetçilerle birlikte hareket etmesi gerektiğini savundu.
1970'li yılları; kah hatırlayarak, kah sonradan öğrenerek bilen okurları, "Kızıl Elma Koalisyonu" adı verilen bu ittifaka çok bozuldu: "Kolunun altında Cumhuriyet gazetesi taşıyanları ülkücülerin dövdüğünü nasıl unutursun üstat" dediler.
Ama yine de İlhan Selçuk'un bu dönekliğini sineye çektiler. Niye? Çünkü "düşmanlık" sıralamasında AKP'yi daha üste koyuyorlardı.
"Varsın seçimlerde MHP'nin oyu yükselsin, yeter ki AKP kazanmasın" diye düşünerek, içleri burkularak da olsa Selçuk'u takip ettiler.
'İlhan Abi'leri ise çaldığı minareye kılıf uyduruyor, "Kan davası aydınlık ve çağdaş insana yakışmaz... Ben laik Atatürk Cumhuriyeti'nin var oluşu ve bütünlüğü için, dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum" diyordu.
(Ara notu: Düpedüz yalandı bu söylediği, çünkü ona işkence edenler ülkücüler değil, 12 Mart cuntasının generalleriydi.)
Ancak hüsrana uğradı İlhan Selçuk... Ne ülkücülere yağ çekmesi bir işe yaradı, ne de 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile yaptığı işbirliği...
Yenilgiler birbirini kovaladı:
Önce 22 Temmuz seçimlerini açık farkla AKP kazandı.
Ardından, Meclis'e girmediği takdirde sonunun Mehmet Ağar'ın Demokrat Parti'si gibi olacağını gören MHP, Köşk yolunda Abdullah Gül'ün önünden çekildi.
Ordudan da beklediğini bulamamıştı 9 Mart darbecisi. Askerler ile Selçuk'un "şeriatçı" dediği AKP arasında ciddi bir zıtlaşma yoktu. Hatta PKK meselesinde gördüğümüz gibi, paralel tavırlar alıyordu bu iki kurum.
Özetle: MHP'den ve bürokrasiden hayır gelmemişti... CHP ise zaten dökülüyordu...
Peki ne yapmalıydı?
"Yok artık, bu kadarı da olmaz" dedirten bir fikir buldu İlhan Abi ve 'Milli Görüş'çülerin tezlerine sarıldı.
Hatırlarsınız: 'Milli Görüş'ün günümüzdeki temsilcisi olan Saadet Partisi, seçim kampanyasını, AKP'nin, İslam'a ve Müslümanlara yüz çevirdiği iddiası üzerine oturtmuştu.
Başta Necmettin Erbakan olmak üzere Saadetçiler, hep AKP'ye yüklendiler. Ancak seçimde büyük bir yenilgi (yüzde 2.3) alınca sesleri kesildi.
Evet, Saadet'in sesi kesildi ama o da ne? Onlar ne diyorsa, benzerlerini bugün İlhan Selçuk söylüyor. Adeta 'Yeşil Bayrak Koalisyonu'!
AKP'nin "faizci düzeni" savunduğunu, "Amerikancı" olduğunu yazıyor (bir ara da AKP'yi, Başkan Bush'a şikayet etmişti.) Üstelik de Kuran'dan alıntılar yaparak...
Yani "dinci-şeriatçı" dediği AKP'nin dine aykırı davrandığını ispatlamaya çalışıyor.
Birisi çıkıp "Yahu birader, bu ne yaman çelişki" dese, cevabı hazır: "Milli Görüş hiç olmazsa milliydi."
Neyse... Benim asıl anlayamadığım ne biliyor musunuz? Hayır, yanıldınız, İlhan Selçuk değil; bu kıvrak fikir dansözlüğünü saygıyla izleyenler ki biliriz, aynı kişiler gerçek dansözleri fena halde küçümser.

Sunday, November 25, 2007

CHP ile MHP birleşmelidir !

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=90530,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 06.09.2007

CHP ile MHP birleşmelidir!



Deniz Baykal’ın yerine Gülsün İnönü Bilgehan’ı yerleştirme çabalarını keyifle izliyorum. Mustafa Sarıgül’den, Mahsun Kırmızıgül’den ve de Yılmaz Morgül’den sonuç alınamayacağı anlaşılıyor.

O olmazsa Recep Peker’in torunu var, hariciyeci, ismi de tıpatıp dedesinin ismi, benim de eski okul arkadaşım; onu da düşünsünler!... Böyle bir durumda Özdemir İnce herhalde orgazm olur.

Bu parti “asıl İnönü’yü” mezarından çıkarıp başına oturtsa gene iktidara geçemeyeceğinden, konu sıkıntısı da her gazetecinin başına gelebileceğinden, zavallılığın da dibi yok, atış serbest olsun bakalım...

Benim daha ilginç bir teklifim var: CHP ile MHP birleşsinler.

Gene iktidara gelemezler ama ancak bu şekilde “muhalefete benzer bir muhalefet” doğar.

Şunu yarın yapsalar, vallahi 99 artı 70 tam 169 eder. Gene esamisi okunmaz ama daha kalın görünür. Basın hokkabazları sevinirler.

Gelecek seçimde meclise giremeyeceği bir kere daha anlaşılacak olan DSP oylarını da katarsanız, AKP’nin oy oranına epey yaklaşırlar! (DSP çok akıllıca bir manevra çevirerek yokolma tarihini beş yıl erteledi.)

Haa, işin “ideolojik yanı” falan mı diyorsunuz?

Orada hiçbir sorun yok. İlhan Selçuk’a sorunuz. Bir “CHP-MHP koalisyonu” kurtarıcı çözüm olarak görünmüştü de, bu flörtün mes’ut bir izdivaca dönüşmesi mi size tuhaf gelecek?

Sonuçta, bunların biri aynı devlet partisinin azıcık daha alafranga, öteki azıcık daha alaturka kanadı değil midir? Böylece memurlarla Orta Anadolu eşrafı da yeniden barışmış olurlar, 1920 yılında kurulan ittifak yeniden sıkılanır. Sinan Aygün’ü de genel sekreter yaparsınız, tadından yenmez.

Sonra da hayırlısıyla Rusya’yla, Hindistan’la, Çin’le ittifak arayışlarına girilir... İran’la bile ittifak düşünülerek Atatürk’ün kemikleri sızlatılır.

Yani diyeceğim, “sağcılar MHP’ye, solcular CHP’ye oy versinler” şeklindeki dahiyane formülden de bir adım ileri gidilmiş olur. Hiç olmazsa saçmalamaya gerek kalmaz.

Seçimde gene madara olunur ama hiç olmazsa raconuyla olunur.

Hokkabazlar da artık “solcuyum” demek zorunda kalmayacaklarından, yüzleri yerden kalkar.

Bu yazı hem fikir yazısı hem de kısa oldu, içinde gırgır da var, tam üçüncü sayfalık adammışım ha!...

1961 Anayasası ilerici miydi ?

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=90797,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 08.09.2007

1961 Anayasası ilerici miydi?



Tartışılmaz bir gerçek olduğu sanılır bunun: 1982 Anayası kötüdür ya, demek ki 1961 Anayasası gelmiş geçmiş en iyi anayasamız olmuştur...

Acaba öyle miydi?

Bunu söyleyenler, gerekçelerini 1961 Anayasası’nın “sola açık” olmasına dayandırırlar.

Peki, ondan önceki 1921 Anayasası, daha sonra yapılan değişikliklerle falan, sola kapalı mıydı? Hiç sanmıyorum.

Tek parti devrinin ve onun yerine geçenlerin uygulamasında böyle olmuştur, bunda anayasanın suçu nedir?

Kapalı idiyse, 1946 yılında sosyalist partiler nasıl kurulabildiler peki?

Hemencecik yokedilmelerinde, eski anayasa mı suçludur, Milli Şef İnönü mü acaba?

1961 Anayasası, Osmanlı’dan beri ilk kez cumhuriyete “ikinci meclisi”, yani senatoyu getiriyordu. (“Türkiye’de ilk kez” diyen cahiller, ülkede 1908 yılından beri bir senato olduğunu unutuyorlar.) Batı ülkelerinde “aristokrasiye verilmiş bir taviz” şeklinde ortaya çıkan senato, bizde “bizim aristokrasinin, yani bürokrasinin yasama üzerindeki denetimi” şeklinde belirdi. Yani, klasik görevini yerine getirdi.

Eee, bu ilericilik miydi?

1960 darbesini yapanlar, kendilerini “kaydı hayat şartıyla” senato üyesi ilan etmişler, geçmişler oraya oturmuşlardı. “Tabii senatörler”... Yani doğal senatörler... Senatörün bir doğal, bir de doğaüstü cinsi mi vardı? Bu demokrasi miydi, ilericilik mi?

Evet, darbeciler hariç senato da seçimle geliyordu ama bir de “kontenjan senatörleri” vardı. Bunları cumhurbaşkanı atıyordu. Kendi alanlarında “temayüz etmiş” emekli memurlar, gazeteciler falan... Bu demokrasi miydi, ilericilik mi?

Aah ah, Kenan Paşa ortadan kaldırmamış olsaydı da şimdi bir senatomuz bulunsaydı, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına ne biçim engel olurdu, değil mi ilerici arkadaşlar?

Yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dışında ve üstünde ikinci bir kuvvet meydana getiriliyordu ve böylece Atatürk’ün mirası çiğnenmemiş oluyordu, he mi arkadaşlar?

1961 Anayasası’nın son derece demokratik, özellikle de sola açık olduğu hep söylenir.

Peki, şu ünlü 141, 142 ve 163’üncü maddeler, Faşist İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınmış olan maddeler (ay Türkiye’de otuzlu ve kırklı yıllarda faşizm mi vardı ayol, bunu söyleyen kahrolsun)... Yeni anayasa yürürlüğe girince nasıl taş gibi ayakta kalabilmişlerdi acaba?

Bu maddeleri nihayet “gerici Özal’ın” kaldırmış olmasını nasıl açıklıyorsunuz ey fikir yazarları?

Devlet Planlama Teşkilatı oluşturmak, yani serbest piyasa ekonomisini reddedip ekonomiye “güdümlü devlet kapitalizminin” deli gömleğini giydirmek ilericilik mi oluyordu?

“Plan değil pilav isteriz” diyen halkı pek aşağılamıştınız altmışlı yıllarda da, yaşı tutan hatırlayacaktır, o bakımdan soruyorum.

Bu ne demokrat, ne ilerici bir anayasa düzeniydi ki, sistem ancak Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk gibi iki general ve bir amirali devlet başkanı yapabiliyordu?

Yoksa birileri bize bürokrat sultasını ilericilik diye mi yutturuyordu? Bugün de yapmaya çalıştıkları, ama tutturamadıkları gibi?

Sayın anayasa hukukçuları, muhterem profesörler... Bizim basın tereslerinin, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurtarmaya çalışmaktan, bu konulara eğilecek halleri de yok, çapları da... Bari bu yazıyı çocuklara verin de derste tartışsınlar.

Şeriat gelmez

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=91037,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 10.09.2007

Şeriat gelmez



Eskiden Türkiye’de zengin çocuğu, paşa torunu, toprak ağası komünistler vardı...

Hayatında bir tek fabrikanın kapısından girmemiş olan da vardı içlerinde, bir tek masa başı işinde bile doğru dürüst çalışmamış, hiçbir baltaya sap olamamış, eli ekmek tutmayan da...

Celal Bayar’ın tatlı tatlı saçmaladığı gibi “o kış Türkiye’ye komünizm gelseydi” bunların nereye kaçacaklarını hep merak ederdim.

Örneğin bugün yabancı sermayeye, döviz büfelerine atıp tutanların, banka hesaplarına el konulduğu zaman nasıl yaygarayı basacaklarını hep merak ettiğim gibi.

“Borsa düşsün, bize ne” diyenlerin, patronlarının şirketleri gümlediği, maaşları “düyuna kaldığı” zaman ne yiyip ne içeceklerini de düşünürüm.

“Dolar yasaklansın” diye ahkâm kesen, dolarlarını karaborsacıya mı satacaktır yoksa yurtdışına mı kaçıracaktır, vallahi kafamı kurcalar.

Örneğin, kurtuluşlarını ancak muhayyel bir darbede gören basın alçakları, yazıişlerine gelip tepelerine oturacak başçavuş “arkadaşım, bu yazı olmamış, yeniden yaz” dediği zaman kime küfür edeceklerdir, bana mı, makus talihlerine mi, ne yapayım, ilgimi çekiyor...

Bir yandan Türkiye’ye bürokrasi diktasının gelmesini özlerken, bir yandan da “şeriat gelecek” diye ödleri patlıyor. Kimilerine sorarsanız, geldi bile! İçlerinde, Anıtkabir’de kendi yerlere atıp “Ahmet Necdet Sezer’i isterim” diye bağırarak sinir krizleri geçiren zavallı histerik kadıncağızlar da var.

Korkmasınlar, gelmeyecektir.

Gelmeyecektir, çünkü savaş, köylünün iktidara gelmesi değil, köylünün sınıf değiştirmesi savaşıdır.

Bu değişimde yalnızca “iktidar olanaklarını kullanmak istiyorlar”, hepsi bu. Hani daha önce hep “sizinkilerin” kullandıkları gibi!

Bürokrasi kuyrukçuları, her ne kadar anlar geçinseler de ekonomi biliminin de sosyoloji biliminin de uzağından bile geçmediklerinden, kavganın sınıf kavgası olduğunu göremiyorlar.

Köylü kabuğunu kırmış, şehirli olmaya, burjuva sırasına girmeye çabalamaktadır. Yeni bir burjuva sınıfı hele şükür doğmaktadır. Bu oluşumda bürokrasi ezilmeyecek, yalnızca yerli yerine oturacaktır. Korkmayınız.

Bu bir devrimdir. Alın size mis gibi, bal gibi halk devrimi! Halktan nefret ederek halkçı geçinenlerin sosyalist devrimine hiç benzemiyor ama ne yapalım, idare edin.

Bu devrimin öncüleri, çıkarlarını da Batı’da görmektedirler ve kendi kalelerine kolay kolay gol atmazlar. O hata, nisan ayından ağustos ayına kadar saçmalayan Ankara seçkinlerine mahsustur!

Batı’dan kopmak, Batı’ya sırt çevirmek, dünyadan tecrit olmak, yapayalnız kalmak memurların ve basın çemişlerinin çok işine gelir ama dincilerin gelmez!...

“Ilımlı İslam” modelindeki “ılımlı” sıfatını bile unutuyor bizim arkadaşlar...

Korkmayınız, laikliğin güvencesi, üç beş basın serserisi ya da arslanlar gibi bürokrasi değil, cebi para görmüş, yurt dışına çıkmış, yaşamayı öğrenmiş Müslümanlar’dır. Sayıları arttıkça Türkiye de rahatlayacaktır.

Çünkü, halkın özlediği özgürlük ve refah, Batı’nın bugün ulaştığı insan hakları ve demokrasi düzeyiyle çakışmaktadır, örtüşmektedir.

Halkı sürekli aşağılarsak, halkın bizden çok daha sağduyulu olduğunu da göremeyiz bu hususta.

Solcu geçinen Türk aydınları demokrasi ve özgürlük tantanası yapa yapa bürokrasi diktasına çanak tutacak kadar ahmaktırlar ama Türk şeriatçıları Türkiye’ye şeriatı getirecek kadar kafasız değillerdir.

Anıtkabir farizası

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=91185,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 11.09.2007

Anıtkabir farizası



Başlığı böyle attım ama kuşkuluyum: Şimdi birçok solcu ve de halkçı, “fariza ne demek” diye soracak, sinirimi bozacak. Hani hac mevsiminin “bu sene kurban bayramına” denk gelmesine şaşan gazeteci kızlar vardı ya, onlar gibi... Kimi hayvan da “Osmanlıca konuşuyorsun, demek ki hükümete yağ çekiyorsun” diyebilir.

Deniz Baykal, partisinin kuruluş yıldönümünde, yanına binlerce adamını alıp Anıtkabir’e çıkmış. “İzdiham” yaşanmış, falan filan.

Orada gelenektir, “şeref defteri” imzalanır ve daha önce iki satır da birşeyler yazılır. Atatürk kalkıp onları okuyamayacağına göre, arkada bekleyen muhabirlerin okumaları ve gazetelerine bildirmeleri için.

Yazılanlar genellikle ya imza sahibinin “Atatürk’ün ne kadar izinde olduğunu” belirtmeye yöneliktir, ya da birşeyler ya da birileri bu yoldan “Atatürk’e şikâyet” edilirler. Elbette şikâyet edildikleri merci, aslında Cumhuriyet Gazetesi ve Genelkurmay falandır.

Bu ziyaret yerli yersiz, vara yoğa yapılan bir ziyarettir. Milli bayramlarda da oraya gidilir, maç kazanıldığı zaman da, parti kuran da soluğu orada alır, ihracat rekoru kıran da.

Bir örneği başka bir ülkede yoktur. Sovyet yöneticileri bile resmi törenlerde Lenin’in anıtkabirinin içine girmezler, damına çıkarlardı...

Bir arkadaş, 10 Kasım günleri Ankara’ya gidemediği için Dolmabahçe Sarayı’na gidiyor, yani Atatürk’ün yattığı yere ulaşamayınca öldüğü yeri tavaf ediyor, bunu her sene yapıyor ve okuyucularına da hararetle tavsiye ediyordu...

(Fariza, izdiham, hararet, şikâyet, tavaf, muhabir, sene... Sen iyice gerici oldun be Engin Ardıç!)

Aynı arkadaşlar, halk kadınları bağlı başlarıyla türbe türbe gezip çaput bağlayınca çok kızarlar.

Yapılan, temelde aynı şeydir.

Eh, Nutuk’u kutsal kitap, Çankaya’yı Kâbe, Atatürk portrelerini ikona, ilkokul öğretmenlerini rahip, tayyör-etek giyen iri kalçalı memur hanımlarını da rahibe gibi algılarsan, Anıtkabir’i de elbette peygamber türbesi kabul edeceksin!

Onlar çaput bağlayacaklar, sen şeref defterine yazı yazacaksın.

Onlar dua edecekler, sen esas duruş göstereceksin.

Orada ezan okunacak, burada Onuncu Yıl Marşı.

Sonra da ya kızıp köpüreceksin, ya da kara kara soracaksın, “biz nerede yanlış yaptık”...

Atatürk’ü sevdirmediniz, insanları ondan soğuttunuz, bıktırdınız, yanlışı orada yaptınız.

Öğretmediniz, ezberlettiniz. Düşündürtmediniz, korkuttunuz. Özgür bırakmadınız, ezdiniz. Açıklamadınız, yasakladınız. Tartışmadınız, örtbas ettiniz.

Atatürk size hedef olarak çağdaş yaşama biçimini, rehber olarak da bilimi gösterdi, siz tuttunuz bir “Kemalizm dini” icat ettiniz.

Üstüne üstlük, faşizmi de solculuk diye satmaya kalktınız.

Bir kısım basın yuttu ama halk yutmadı.

Atatürk’ü anmak mı istiyorsun sevgili dostum?

Andrew Mango’nun mükemmel Atatürk biyografisini oku... Lord Kinross’a da, Şevket Süreyya Aydemir’e de beş basar. Üstelik kırk sekiz Anıtkabir ve de yirmi altı Dolmabahçe ziyaretinden daha faydalıdır. Zihnin açılır.

Anayasa uzlaşmayla yapılmaz !

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=91313,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 12.09.2007

Anayasa uzlaşmayla yapılmaz!



İktidar partisi yeni bir anayasa taslağı hazırlatıyor ya, bizim arkadaşlar paniğe kapıldılar.

Üzerinde hukukçular çalışıyor, bunu da beğenmiyorlar, sanki kasap çırakları yazmakta taslağı...

Ana muhalefet lideri olduğu halde cumhurbaşkanını kendisi seçmek isteyen Deniz Baykal Hazretleri gibi, yeni anayasanın “mümkün olduğunca iktidar partisi tarafından hazırlanmamasını” istiyorlar.

Ellerinden gelse, utanmasalar “değişikliğe hiç gerek yok, şimdiki anayasamız gül gibidir” diyecekler ama kendilerini bağlamışlar, solculuk ayağından karşı çıkmışlar bir kere... Lafı geri döndüremiyorlar.

Yeni anayasanın, sanki memlekette yeni bir ihtilal ya da darbe olmuş gibi “bir kurucu meclise bırakılmasını” isteyenler var.

Sanki, TBMM de dahil olmak üzere, memlekette damdan düşer gibi böyle bir kurucu meclis oluşturmaya kimsenin yetkisi var da!

“Yalnızca anayasa yapmakla görevli” ikinci ve “paralel” bir meclis istiyorlar, ancak süngü gücüyle toplanır. Öyle bir ortam mı var?

Aslında dertleri de bu... Yeni anayasada “bürokratik oligarşinin törpülenmesinden” çok korkuyorlar.

Dilleri varmadığı için de “anayasa değişirse rejim değişir” diyerek tedirginlik yaratmaya çalışıyorlar...

1876 ve 1924 anayasalarını hangi kurucu meclisin yapmış olduğunu kendilerine sorarım... Abdülhamid’in Mithat Paşa’nın taslağını beğenmeyip atadığı 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa, kurucu meclis mi oluyor?

1921 ve 1924’e gelince... “İlk TBMM zaten kurucuydu, hem yasama meclisi hem de anayasa tasarımcısı gibi çalışmıştır” diyeceklerse, eh, bugün de tastamam yapılmak istenen budur! İlk meclis yapınca oluyor da, bugünkü meclisin ne günahı var?

AKP’nin elinde olması gibi küçük bir günahı var!...

Yani meclis bürokrat ağırlıklı olursa, hem de anayasa yapabilir, hem de onu halkoyuna sunmayabilir!

Pışııık!... Yemezler!

Hele bu arkadaşların içinde “dünyanın hemen bütün anayasalarında asker izleri vardır” diyenler çıktı ki, Türkiye’de köşe yazarı olabilirler ama Fransa’da lise öğrencisi olamazlar...

Ayrıca, hani uzlaşmayla olurdu bu iş? General De Gaulle, 1958 Anayasası’nı halka mı danıştı? (Michel Debre tek başına yazmıştı yahu...) Robespierre, 1793 Anayasası’nı kralcılara mı sordu? Kral On Sekizinci Louis, 1814 “Charte”ını Napolyoncular’a mı danışmıştı cumhuriyetçilere mi? Aynı anayasada 1830 değişiklikleri demokratik yoldan mı gerçekleşti? Louis Bonaparte önce imparatorluk referandumu sonra darbe mi yaptı, yoksa tersi mi?

Gelelim Türkiye’ye... 1961 Anayasası’nı hazırlayanlar, o zamanın deyimiyle “düşüklere” mi danışmışlardı? 1982 Anayasası’nda solcuların mı görüşleri alınmıştı, ülkücülerin mi? Alınamazdı, hepsi kodesteydi çünkü.

“Ama halkoyuna sunuldu ve kabul gördü” diyeceklerdir. Her ikisi de halkoyuna sunuldu, her ikisi de oy aldı. İkisi taban tabana zıttır bu anayasaların.

İkincisinde “aleyhte propaganda yasaktı”, oy zarfları da soğan zarı gibi incecikti ama bürokrasi yaparsa o kadarcık kusur olabilir canım!... Benim bürokrasim ne eylerse güzel eyler!

Arkadaşlar, anayasalar uzlaşmayla muzlaşmayla yapılmazlar.

Yalnızca “uzlaşmayla yapılmış süsü verilir” onlara...

Anayasayı, “o dönemde kimin borusu ötüyorsa” o yapar. Toplumda hangi güç ağır basıyorsa... Bizde de böyle olmuştur, batıda da.

Kendinizi de, okurunuzu da kandırmayınız.

Üzülmeyiniz de... Günün birinde gene sizin borunuz öterse başka bir anayasa da siz yaparsınız.

Nasıl olsa yaz boz tahtasına alıştık.

Çok direnecekler ama boşuna

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=91696,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 15.09.2007

Çok direnecekler ama boşuna



Beklediğim gibi oldu: 'Anayasa değişmesin' demeye dilleri varamayanlar, işi yokuşa sürmek için bin dereden bin su getirmeye koyuldular.

Kimisi, 'yeni anayasayı bilim adamları yapmalıdır' buyuruyor.

Taslağı yazan Profesör Doktor Ergun Özbudun aslında kasap çıraklığından gelme, boş zamanlarında da semt pazarında çakmaklara gaz dolduran bir adam olduğu için, haklılar!

Şaka bir yana, demek istedikleri şu : Sıddık Sami Onar ya da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi 'onların kafasında' bilim adamları yapsın da yeni anayasada da bürokrat sultası hiç dokunulmadan kalsın!

Kimisi kurucu meclis diye tutturdu.

Bir kurucu meclis toplamaya hiçkimsenin yetkisi yok, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin de yok! Taslağı kim yazarsa yazsın sonunda kabul ya da reddedecek tek merci olan TBMM Anayasa Komisyonu yetkilerini başka bir topluluğa devrederse gırtlağına kadar suça batmış olur! TBMM'nin dışında ve üstünde ayrı bir meclis toplamaya kalkışan, idamlık olur, idamlık!

Kimisi de uzlaşma istiyor. Osmanlıca deyimiyle, mutabakat...

Uzlaşma aramak, konuyu yokuşa sürmenin en kestirme yoludur. 'Encümene havale etmek' gibi bir şey...

Toplumun en geniş kesimlerinin katılımı, falan filan... Bunlar parlak ama içi boş laflardır. Dünyada olsun Türkiye'de olsun, tarih boyunca hiçbir anayasa, toplumun en geniş kesimlerinin katılımıyla falan hazırlanmamıştır. Halkoyuna sunulması ya da sunulmaması apayrı bir konudur.

CHP mi AKP ile uzlaşacaktır yeni bir anayasa için, yoksa MHP mi? Güldürmeyin beni...

Uzlaşma yaygarası, işi 'yatırmanın' en fiyakalı kılıfıdır.

Burada en hazin durum da, solcu geçinen birtakım zavallıların, sırf iktidara karşı çıkmak için, dikta anayasasını canla başla savunmaya başlamış olmalarıdır. 12 Eylül kazığını yiyenlerin Kenan Evrenci kesilmeleri, bir ibret vesikasıdır.

Gerçi 'eski sosyalistin faşist olması' geleneği, faşizmin babası Benito Mussolini tarafından temelleri işin en başında atılmış olan bir gelenektir ama, Mussolini'de bulunmayan 'utanma' duygusunun hiç olmazsa bizimkilerde olduğunu sanırdım...

Bana küfür etmeyi sürdüreceklerdir, ben de rezilliklerini her fırsatta yüzlerine çarpmayı sürdüreceğim.

Etkili olamayacaklar: Kendi gazetelerinin okur sayısı kadar yer yakıyorlar. Seçim öncesi çevirdikleri dolaplar ve yazdıkları yalanlarla ne sonuç alabildilerse, bu konuda da aynı sonucu alacaklardır. Yani, hüsran.

Zarar yok, para kazanıyorlar!

Bir de şunu çok iyi biliyorlar: Türkiye, günün birinde Avrupa Birliği'ne girebilir mi giremez mi belli olmaz ama, 1982 Anayasası'yla asla giremeyeceği kesindir!

Dolayısıyla kendilerinden ricam şudur: Baklayı ağızlarından çıkarsınlar, erkekçe 'anayasa değişmesin ve de Avrupa Birliği'nden vazgeçelim' desinler. Saygı duyarım. Ama hokkabazlık etmesinler.

Bu işin sonunda ne olacağını da size şimdiden söyleyeyim:

Her kafadan bir ses çıkacak, ortalığa kırk sekiz çeşit anayasa taslağı dökülecek, gazeteler bunları çarşaf çarşaf yayınlayıp ahkam kesecekler, hükümet bunlara aldırırmış görünerek ya da görünmek gereğini bile duymayarak kendi bildiğini okuyacak ve sonunda hükümetin dediği olacaktır.

Cumhurbaşkanı seçiminde başka türlü mü olmuştu?

Hatırla sevgiliii... o yakın tarihiii...

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=91879,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 16.09.2007

Hatırla sevgiliii... o yakın tarihiii...



Yeni mevsimde yeni bölümleri başladı, hanımlar da mendillerini hazırladılar, sahur sofrasını akşamdan kurup televizyonun başına geçtiler. Bey teravihden gelecek, dizi biter bitmez yatılacak. Çocuklar çoktan uyudular.

“Hatırla Sevgili” dizisi, eğitimini tamamlayamamış ev hanımlarımızın hizmetindedir sevgili okuyucular.

Ve de iyi ki öyledir!

Çünkü Gaffur kovulduktan sonra “ötekinin” tadı kalmadı, Avrupa Yakası artık eskisi kadar ilginç değil.

Hanımlar, geri zekâlı Amerikan köylü kızlarının koca bulma çabalarını yansıtan birtakım “şovlar” izleyeceklerine, bunu seyretsinler.

Çünkü Hatırla Sevgili, evet mendil ıslattırıyor ama, yakın tarihimizi de öğretiyor.

Yaşlılar o günleri anmak için seyredeceklerdir bunu, gençler de öğrenmek için.

Çünkü başka türlü öğreten yoktur!

Bu dizide düşman aileler, birlikte büyüyüp de sonra hayatın ayırdığı kızla oğlan, biri sağcı biri solcu kesilen iki arkadaş, umutsuz aşk, erken ölüm, falan filan bütün “melodramatik öğeler” elbette olacaktır.

Fakat başka bir şey daha bulunacaktır: Türkiye’nin son elli yıllık serüveni.

Okullarda öğretilmez, ailede anlatılmaz, kitapları da kim gidip alacak da okumak zahmetine katlanacak?

Televizyon dizisinin bir görevi eğlendirmek ve oyalamaksa (tabii “asli görevi” olan reklam toplama ve para kazanmayı unutmayalım), bir görevi de toplumun alt tabakasına temel eğitim vermektir. Ally MacBeal nam sıska hatunun gönül maceralarını izlerken Amerikan hukuk sisteminin nasıl işlediğini, “Friends” ya da “Sex and the City” gibi bitmez tükenmez “kordelaları” seyrederken New York şehrinde sürdürülen çağdaş yaşam biçimini “çaktırmadan” öğrenirsiniz. (Jennifer Aniston’da o koca popo ne arıyor diye şaşıyordum, meğerse Girit asıllıymış haspa, konu açıklığa kavuştu.)

İşte burada da birçok vatandaşımız, Demokrat Parti, Adnan Menderes, 27 Mayıs, Yassıada duruşmaları, Salim Başol, kanlı pazar, 12 Mart, 12 Eylül falan filan gibi, yaşı tutmadığı için yetişememiş olduğu dönemleri, kulağına çalınmış ama pek de tanıyamadığı kişileri, o güne kadar kendisi için havada uçuşan birtakım kavramları, isimleri ve olayları yerli yerine oturtacaktır.

Çünkü bizim kuşağa “daha dün” gibi gelen şeyler, gençler için “milattan önce” sayılmaktadır.

Ah hanımlar ah... Geçen akşam izlediğiniz bölümde bir “kanlı pazar” var ya... 1969 yılının şubat ayı... Elbette size İstanbul’un fethi ya da Viyana kuşatması falan gibi gelir...

Çok sıcak, yazdan kalma bir gündü. Ceketimi giymemiş, daha sonraları “Ecevit mavisi” olarak tanınacak gömleğimin üstüne pardesümü geçirmiştim. Mithatpaşa Stadı’nda maç vardı (pardon, İnönü Stadı diyeyim de anlayınız), ve de maç seyircisi sayıca bizden fazlaydı!

Neyse ki arkalarda kalmışım, polis yürüyüş kolunu tam ortadan kesti. Öndekiler Taksim Meydanı’na girdiler, biz giremedik. Şenlik başlayınca Parkotel’in yanından Kazancı Yokuşu’nun alt başına kaçtım, sonra dönüp Teknik Üniversite’ye sığındım. Yaralıları getiriyorlardı...

Polis dedim, artık varolmayan “toplum polisi”... Biz onlara Fruko derdik, miğferleri gazoz kapağını hatırlatırdı...

Burnumun dibinden uçarak geçen koca koca kaldırım taşlarını hiç unutmadım.

Bir pankartın bir ucunu tutuyordum, Beyazıt’tan daha Çarşıkapı’ya varmadan adamın biri çıkageldi, elindeki jiletle, pankartın beziyle sopasının arasına bir çentik attı. “Ne yapıyorsun?” dedim. “Çatışma başlayınca buradan tutar yırtarsın, sopayı ayırıp kavgaya girmen kolay olur, öbür türlü yırtamazsın, zorlanırsın” dedi.

Bir de beyaz Volkswagen vardı yahu buram buram Birinci Şube kokan, içinden çıkanlar “tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi, komünist olacak Türk’ün ülkesi” diye slogan atarak akılları sıra başımızı yakmaya çalışıyorlardı...

Pardon, yakın tarih mi demiştiniz? Hay Allah, dizide Necdet Yasemin’i mi yoksa Güzide’yi mi seviyordu acaba?

Ne var ulan, 1969 yılının şubat ayında ben de sırılsıklam Müjgân’a âşıktım. Dizisini mi yaptık, sustuk oturduk. Herkesin yakın tarihi kendine.

Hayır, asla güvenmiyorum !

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=92469,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 22.09.2007

Hayır, asla güvenmiyorum!



Sharon Stone’dan sonra Hillary Clinton’a da yaklaşmayı başaran Ertuğrul Özkök dostumuz, bu kez de demokrasiye yanaşmış...

Duhul vaki değil, kenarında dolanmış, fakat bu son derece yanıltıcı bir yakınlık.

Özkök başbakanı eleştiriyor, onun çok tehlikeli bir yola girdiğini söylüyor, hemen arkasından da, “yok canım, darbeyi kastetmiyorum” diyor. Oysa, “elbette odunu bile seçtirirsiniz” başlığıyla doğrudan Adnan Menderes’e gönderme yapan da gene kendisi!

AKP çevrelerinin, yeni anayasa taslağıyla ilgili olarak “kadınlar korkmasın” lafına, ortamı yatıştırmaya yönelik çabalarına karşılık vermiş: “Ben de size, siz de korkmayın, bir askeri darbe tehlikesi ortaya çıkarsa birlikte karşı çıkarız, diyorum”... Sözü doğrudan başbakana.

Diyor ki: “Hatta bu konuda size kamuoyu önünde söz veriyorum.”

Ve de ekliyor: “Bana güvenmiyor musunuz?”

Başbakan isterse güvenebilir ama ben asla güvenmiyorum. Yalan söylüyor.

Ancak bu yalan, yalnız kendisi için değil, birçok gazeteci için de geçerlidir. Bir askeri darbe tehlikesi ortaya çıkarsa, karşı çıkmak şöyle dursun, yangına körükle gideceklerdir. Tehlike olmadığı zaman fiştekliyorlar da, gerçekten ufukta belirirse zil takıp oynamayacaklar mı?

Yani ne yapacaktır Sayın Özkök? Öyle bir ortamda darbecilere “sakın kaka şeyler yapmayın” diye nasihat mı verecektir?

Yoksa tankın üstüne mi çıkacaktır?

Seçimden beri çok moda oldu bu gizli tehdit, gündemde darbe yok deyip deyip demokrasi abası altından darbe sopası göstermek... Birilerinin aklına birşeyleri getirmeye çalışmak... Birilerini de korkutup geri bastırmak... Psikolojik iç savaş!

Kalıbımı basarım: Bir darbe olursa, hemen o sabah başta yüksek basın olmak üzere bütün yüksek bürokrasi destek kuyruğuna girecektir.

Gazeteler “ordu kötü gidişe dur dedi” gibilerden manşetler atacaklar, darbecilerin vereceği ilk “kabul resminde” de yüksek hukukçular, yüksek lise, pardon üniversite rektörleri esas duruş göstereceklerdir. Çünkü 12 Eylül’de de böyle olmuştur. Laf aramızda, 12 Mart’ta da böyle olmuştu, 27 Mayıs’ta da.

Kenan Evren, sonradan, ortam yumuşayınca kendisine sövmeye başlayan babayiğit köşe yazarlarının, 1980 yılının eylül ayının ikinci yarısında yayınladıkları yağlama yıkama yazılarını “ibret-i âlem için” derletmiş, kitap yapmıştı... Sahaflarda bulursanız kaçırmayınız, muhteşem bir kara mizah örneğidir.

Kuyruğa gireceklerdir, en ön sırada da, “ben öyle hızlı dönerim ki siz benim dönme hızıma yetişemezsiniz” sözüyle basın tarihine geçmiş olan Sayın Ertuğrul Özkök bulunacaktır.

Resepsiyonda darbecilerin yanına yaklaşıp “şu bizim Hilton arazisine site kurma işi ne oldu” diye laf açmak üzere!... Böylece belki uydu kanallarını da tekellerine alırlar, maç yayınlarını da... Bakarsınız toptan ve perakende hurda demir ve hırdavat işine de girerler... İş iştir, ticaret de peygamber sünneti.

Ama o resepsiyon elbette içkili olur, ortalıkta da çok güzel olmasalar bile başı açık kadınlar... Esas duruşun yanısıra çağdaşlık da gösterilir.

Bu nedenle, darbe heveslisi varsa, kendisini uyarmak isterim: Aman ha, bu adam böyle böyle Sharon Stone’a da yaklaşır, Hillary Clinton’a da, ayağınızı denk alın! Memleketi kurtaralım derken, sonra... Benden uyarması!

Kendinizi iyi bir okuyucu olarak kabul ediyorsanız, bu yazının burasında sizin de dönüp bana sormanız gerekir: Peki, böyle bir durumda sen ne halt edeceksin be adam? Darbeye karşı çıkacak mısın? Başını yakacak mısın?

Karşı çıkmam, çıkamam. Çünkü sıkmaz. Yemez. Çıkmamın da bir yararı olmaz, “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Çünkü etim nedir, budum nedir? Ama size de yalan söylemem. İkiyüzlülük etmem.

Ne yaparım? Destek de olmam çok şükür. Bir baskı ortamında, asıl yazmak istediğim konulara, tarih, edebiyat, müzik, resim, sinema, tiyatro meselelerine dönerim.

Tabii, bırakırlarsa... Bırakmazlarsa vatan sağolsun.