Wednesday, January 2, 2008

2007'nin kısa tarihi - Yorum

Zaman , 02 Ocak 2008, Çarşamba

[Yorum - M. Naci Bostancı] 2007'nin kısa tarihi

2007 yılı siyaset açısından hayli renkli geçti. Bu yıl içinde bir genel seçim yapıldı, yeni parlamento teşekkül etti, cumhurbaşkanı seçimi gerçekleştirildi, adlandırılması ve anlaşılması kolay olmayan 27 Nisan bildirisi yayınlandı, hayat tarzı esası üzerinden laiklik eksenli tartışmalar sürdü.


Genel seçimler, sonuçları itibarıyla ülke siyasetinin referansları konusunda bize hayli veri sundu. Bu ülkede siyaset yapmaya çalışanlar, 2007 seçimlerinin atmosferini, siyasal dilini, seçmen davranışını iyi tahlil etmeliler. Çünkü bu anlaşılmadan, dikkate alınmadan siyaset yapmak, sonuç elde etmek kolay değil. Genel seçim öncesi cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini ve olup bitenleri hatırlayacak olursak, en temelde şunu gördük: Sistemin meşruluk kurallarını zedeleyerek iktidar ilişkilerine müdahale etmek sahiplerine hayırlı sonuçlar getirmiyor. Siyaset oyununa kural harici müdahalede bulunanlar bunun bedelini, etkinliklerini ve güçlerini yitirerek ödüyorlar. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili "Meclis toplanma sayısı 367'dir," iddiası kimilerince sadece hukuki bir tartışma olabilir. Ancak büyük bir çoğunluk bunu siyasi bir tavır olarak görmüş, 22 Temmuz seçimlerinde sandık başına giderken 367 konusunu da değerlendirmelerinin bir kenarına not etmiştir. Sadece o gün 367'ye itiraz edenler değil onaylayanların arasından da kimilerinin daha sonra "ikna ediciliği zayıf bu tezin" nasıl belli bir kesimin aleyhine çalıştığını dile getirdiğini gördük. Belli ki bu millet kuralların özel okunuşundan, siyasi zorlamalardan memnun olmuyor.

367 zorlamasının siyasi temsilcisi CHP'nin 22 Temmuz'da elde ettiği dramatik sonuçta bu işin önemli payı var. Baykal'ın seçim sonrası yaptığı değerlendirmede bunun anlaşıldığına yönelik ipuçları mevcuttu, umulur ki o günün şartlarında "ipuçları" olarak dile getirilen hususlar önümüzdeki dönemlerde parti siyasetinde hatırı sayılır bir etki yaratır. CHP'nin bugün vardığı yer, bir partiden çok belli bir hayat tarzının temsiliyet mekânı oluşudur. CHP'nin seçmeniyle ilişkisi "görev duygusu" üzerinden oluyor. Bir partinin siyasetteki son sığınağı tam da burasıdır. CHP'nin bu sığınaktan kurtulması, parti haline gelmesi, ima ettiği hayat tarzı dışındaki çevreler için de projelere sahip olması Türkiye için bir kazanç olacaktır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar bize aynı zamanda şunu gösterdi: Genel olarak "sağ-sol" kavramlarının mahiyeti, toplumsal gerçeklikte neye tekabül ettiği konularında tartışmalar yaşansa da, kimi temel meselelerde bu referanslar çalışmasını sürdürüyor. AKP ile CHP arasında bir gerilim olarak başlayan cumhurbaşkanlığı tartışmaları, sonrasında buna eklenen çeşitli kesimlerle birlikte sağ ve sol arasındaki bir ayrışmaya dönüştü. Böylesine temel ayrışma kategorilerini harekete geçiren konularda iki tercihli politikalar dışında inisiyatif geliştirilemeyeceğini gördük. ANAP ve DYP merkez sağ seçmenin mutabakat alanındaki kararı göremediler ve tasfiye oldular. Bundan sonra da siyasette temel nitelikteki kararlar gündeme gelecektir. Bu tür durumlarda seçmenin parti tercihlerini aşkın kararlarını iyi okumak gerekecektir.

Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?

AKP'nin seçimlerden kesin bir zaferle çıkması, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesi kimi çevrelerde "Türkiye'nin radikal bir şekilde muhafazakârlaşması" olarak yorumlandı. Bunda, AKP'nin 2002'deki başarısını arızi bulan, bir dönem sonrasında yeniden suların eski mecralarında akmasını bekleyen anlayışın 22 Temmuz'daki şaşkınlığının da payı var. Bu akıl yürütmenin ihmal ettiği çok önemli bir husus şu: Partiler toplumsal hayatın failleri olmaktan çok ondaki gelişmelerin bir neticesi, temsilidirler. "AKP toplumu nasıl değiştirdi/değiştiriyor?" diye düşünmek yerine "Ne tür bir toplumsal değişim AKP'yi ortaya çıkarttı?" sorusundan hareket etmek gerekir. Birincisi, tersine bir akıl yürütme olduğu kadar aynı zamanda politik demagojiden de derin bir şekilde etkilenir. Burada olup-bitenleri anlamaktan çok söylemin politik sonuçlarına yönelik bir dikkat söz konusudur. İkincisi ise ancak toplumu anlayarak AKP'yi anlayabileceğimiz ve onun ne tür bir toplumsal durumun sembolü olduğunu çözümleyeceğimiz muhakemesine yaslanır.

Türkiye doksanlı yıllar boyunca zayıf siyasi partilerin siyaseti güçsüzleştirdikleri, siyaset dışı aktörlere alanı açtıkları, birbirlerine karşı ise "negatif rekabette" bulunup bunun yıkıcı etkilerini ülkeye taşıdıkları bir dönem yaşadı. Ekonomik kriz bu yapının tasfiye edilmesinin kapılarını açtı ve AKP alternatif siyaseti temsil eden parti olarak öne çıktı. Ancak aslında AKP'nin omurgasını oluşturanlara baktığımızda, bu parti kurulmazdan önce partiyi var eden toplumsal kesimlerin belirdiğini, siyasete ağırlık koymaya başladıklarını, bir bakıma Türkiye sosyolojisinde AKP'nin ana rahmine düştüğünü söyleyebiliriz. Bu toplumsal kesimler, bir kuşak önce esnaf ve tüccar olan, Özal'la birlikte sanayici ve işveren haline gelen müteşebbis çevrelerdir ve bir süredir "Anadolu kaplanları" gibi metaforlarla anılmaktadırlar. "Türkiye'nin muhafazakârlaştığı" iddiasında bulunanlar, lütfedip bu insanların hayatına ve gelecek tasavvurlarına bakıp, "muhafazakârlığı" bunun üzerinden okumalıdırlar. Böyle bir çaba için az-çok sosyoloji bilgisi, "orda bir köy var uzakta" gibi görülmeyen, içine girilen bir Anadolu gerçekliğinin verileri, politik demagojinin patinajlarında dumura uğramamış bir idrak gerekir. Bu toplumsal kesimin muhafazakârlığı, kasabanın sınırlarına hapsolmuş bir cesur cehaletten değil, aksine ticaret üzerinden dünya ile kurulan baskın çok kültürlülüğün demokratik ikliminden beslenmektedir. Çin'i, Amerika'yı, Afrika'yı, Rusya'yı hem iktisadi hem de insani olarak kucaklamaya çalışan bu insanların Fazıl Say'ın bahsettiği %30'u kucaklamaktan kaçınmaları düşünülebilir mi? Gündelik hayatı içinde farklı inançlarla, kültürlerle karşılaşan, ufku bütün dünya olanların, kendi ülkelerindeki ancak derece farkı arz eden nitelikleri bir muhafazakârlaştırma politikası ile homojenleştirmeye çalışmaları beklenebilir mi? Bu ülkenin muhafazakâr kültürünün arkasında çok önemli bir tarihî birikim ve toplumsal tecrübe yatıyor. Bugün AKP'de yer alan insanları da besleyen bu kültür. Dolayısıyla Türkiye'de sanki sosyal bir devrim yaşanmış, toplumun olağan akışı dışında "yabancı bir unsur" iktidara gelmiş gibi kaygılara, aşırı duyarlı gündelik hayat okumalarına gerek yok. Türkiye "özel bir şekilde" muhafazakârlaşmıyor, hayır, demokratikleşiyor, iktidar alanı kendi sosyolojik gerçekliği ile örtüşmeye başlıyor. Karşılaştıkları ilk problemde aklına gitmek gelenlere, aynı zamanda bu kadar kolay gidebilecekleri ülkeler bulunanlara asgarisinden bir tavsiye: Bir ülkeyi sevmek, onu hoşunuza giden, gitmeyen özellikleri, öfkeleri, kıskançlıkları, çeşitli insani halleriyle birlikte sevmektir. Bir ülkeyi sevmek, oraya ait iktidar kavgalarından uzakta bir bilgelik konumuna da sahip olmayı becerebilmek, oradan herkesi kucaklayabilmek demektir. Kimsenin her vakit "ermiş" olmasına gerek yok, ama bu ülkeye bakarken arada "bir ermiş gözüne" sahip olabilmek önemlidir.

Paul Auster, "Brooklyn Çılgınlıkları"nda kahramanlarından birisine, "Her insanın hayatında bir dönüm noktası olur, benim hayatımda ise birçok dönüm noktası oldu." dedirtir. Auster'dan ilhamla, 2007'yi Türkiye'nin temel dönüm noktası olarak düşünenlere, bu dinamik ülkede 2007'nin ancak birçok dönüm noktasından birisi olabileceğini söyleyebiliriz. Elbette 2007'nin sonraki yıllara etkisi özeldir, ama bunu köklü bir değişimin miladı olarak dile getirenlerin ifadesinden, çağımızın ilginç bir niteliği olan "daha etkili metaforlar yaratma şevkinin" büyük payını düşmek gerekir.

M. NACİ BOSTANCI
02 Ocak 2008, Çarşamba

No comments: