Friday, January 18, 2008

Türk ve Yunan Masonların Rodos Tapınak Şövalyeleri mabedinde ortak Ayinini CHPli Arıtman'ın Üstad-ı Muhteremlik eşi ayarlamış

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=294203


Yeni Şafak , 18 Ocak 2008


Ayini CHPli Arıtman'ın eşi ayarlamış



Türk ve Yunan biraderlerin Rodos'taki ayinini 'Meclis'te türbanlı kadınlar için kuaför açılıyor' diyerek, kuaförü basan CHP'li Canan Arıtman'ın eşinin organize ettiği ortaya çıktı.

18 Ocak 2008 16:40

Ayini CHPli Arıtman'ın eşi ayarlamış

Ali Eyvaz'ın haberi...

Türk ve Yunan biraderlerin Rodos adasındaki Tapınak Şövalyeleri'nin mabedinde ilk kez biraraya geldiği tarihi ayini CHP'li Canan Arıtman'ın eşi Yetkin Arıtman'ın organize ettiği ortaya çıktı. Yetkin Arıtman, üst düzey yöneticileri arasında bulunduğu 'İzmir Vadisi' ayin için gerekli izni vermeyince, buluşmaya karşı çıkan 'biraderleri'ni ikna etti.

EŞİ VEKİL OLUNCA GERİYE ÇEKİLDİ

Yetkin Arıtman, İzmir Vadisi'nde 4 yıl Üstad-ı Muhteremlik (İzmir ve bölgesinin başkanı) görevinde bulundu. Eşi Canan Arıtman milletvekili olunca, "üstadı muhteremlik" görevini bırakarak, Loca'da karar alma komisyonlarında üst düzey görevler almaya başladı.

ÖNCE AYİNE İZİN VERİLMEDİ

'Bodrum Locası', Rodos adasındaki Kleoveolos Locası'ndan aldığı davet teklifini, geçen yıl Nisan ayında bağlı bulunduğu İzmir Vadisi'ne bildirdi. 'İzmir Vadisi' ise davete sıcak bakmadı. Özellikle Türk ve Mason localarının farklı ritinlere (İngiliz-İskoç) bağlı olduğu için aynı mabette ayin yapamayacaklarını savunan mason yöneticiler gerekli izni vermek istemediler.

İZİN İÇİN 'LOCA'DA LOBİ YAPTI

Büyük buluşma için izin sorun olunca Masonlar arasında yenilikçi fikirleriyle bilinen Yetkin Arıtman devreye girerek diğer yöneticileri ikna etti. Arıtman, Türk masonların "Yunanlı biraderleri" ile buluşması için Bodrum Locası'na gerekli iznin verilmesinden sonra 21 masonla birlikte 22 Nisan 2007 günü Marmaris'ten Rodos adasına geçti. 22 Nisanı 23 Nisana bağlayan gece, Tapınak Şovalyeleri'nden kalma büyük mabette Yunan masonlarla Türk masonlar ilk kez biraraya gelerek, tarihi ayini gerçekleştirdiler.
''Büyük ayin''in mimarı CHP''li Arıtman''ın eşi
Yunanlı masonlarla yapılan toplu ayini 'Yunanistan Büyük Üstadı' yönetmişti. İzmir'de doktorluk yapan Jinekolog Op. Dr. Yetkin Arıtman ile bütün uğraşlarımıza rağmen görüşme imkanı bulamadık. Yetkin Arıtman'ın Rodos'a giden 21 mason arasında bulunup bulunmadığı bu nedenle netlik kazanmadı.

Masonların yenilikçi yüzü

Geçtiğimiz günlerde "Meclis'te türbanlı kadın kuaförü açılıyor" diyerek kuaföre baskın düzenleyen CHP'li Canan Arıtman'ın eşi Yetkin Arıtman, Türkiye Büyük Mason Locası'nın "İzmir Vadisi Üstad-ı Muhteremi" olduğu dönemde, masonluğun kapalı kapılar ardından kurtulması gerektiğini savundu ve halen bu fikri savunan grupla ortak hareket ediyor. Arıtman, kadınların da mason olabileceği fikrini de destekleyen nadir masonlar arasında bulunuyor. Arıtman ayrıca mason localarının yaşlı ve karamsar yapılarından sıyrılıp gençlerle daha yakın diyaloglar kurulmasını savunanlara verdiği destekle biliniyor. Yetkin Arıtman, bu görüşlerini 'İzmir Vadisi'nde zaman zaman pratiğe de geçirmişti. Arıtman, 12 Ocak 2003 günü bir gurup genci İzmir Vadievi'nin C Mabedinde ağırlamış ve burada gençlerin masonluk hakkındaki sorularını bizzat cevaplandırmıştı.

Mescide karşı çıktı Masonları savundu

Mason eşlerine "hemşire" denilirken, CHP'li Canan Arıtman, eşiyle ilgili sorulara cevap vermekten özellikle kaçınıyor. Arıtman, daha önce de Nuriye Akman tarafından kendisine yöneltilen "Mason eşi olmak yaşamınıza nasıl yansıdı?" sorusuna, şöyle karşılık vermişti: "Bir kere kimse bir başkasının mason olduğunu söyleme hakkına sahip değildir. Ancak bir mason kendisi isterse mason olduğunu söyler. Masonluğun kötü bir şey olmadığını, özellikle karakter yapılarıyla seçilerek alınan insanlar olduğunu biliyorum. Benim kendisi mason olan çok hanım arkadaşım var. Ama hiçbirini asla size deklare etmem." CHP'nin keskin çıkışlarıyla tanınan isimleri arasında yer alan Canan Arıtman, bir ara Meclis'te kadın mescidi yapılmasına da karşı çıkmış ve "Meclis'te mescit varsa, kilise ve havra da yapılsın" demişti.

(Yeni Şafak)

SAVCI DEĞİL GENERAL - Başsavcı psikolojik harekât mı yapıyor ?





http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141088


Nevzat Tarhan , haber7.com , 18 Ocak 2008



Başsavcı psikolojik harekât mı yapıyor?

18 Ocak 2008



Başsavcı psikolojik harekât mı yapıyor ?

Prof. Dr. Nevzat Tarhan


ntarhan@gmail.com


Sayın Başsavcı, halkın bir kısmını düşman gören, Türkiye’yi dünyadan izole bir ada yapmak isteyenlerin sözcüsü gibi konuştu.

1960’lı yıllarda bir kolonya çıkıyordu. Adı gülistan kolonyası idi. Kolonya üzerinde “Alkolsüz” yazıyordu. Bunun üzerine kolonyayı üreten firmaya “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuk düzenini değiştirmek için dince kutsal sayılan şeyleri” kullanarak laikliğe aykırı davranmak, 163’ncü maddeye muhalefet etmekten dava açılmış ve konu bilirkişiye gitmişti.

O firmanın adı bir daha duyulmadı.

163’ncü maddenin anayasa’daki izdüşümünü kullanan Sayın Başsavcı Türkiye’yi eski açık cezaevi dönemine mi çevirmek istiyor?

Alkolsüz kolonya satışını bile laikliğe aykırı bulan bu düşünce ülkemizin ilerlemesine hep engel oldu.

İnönü’yü Demokrat parti kurtardı

Eğer İsmet Paşa yaşasaydı ve 1948’de San Fransisko kararına uyarak demokratik seçimlere geçmeseydi sonu nasıl olurdu?

Akıl yürütme yöntemlerinden bir tanesi de “Lojikal mukayese”dir.

Romanya’nın Çevuçeskosu veya Tito sonrası Yugoslavya örneklerini hatırlayalım.

En yumuşak geçişi yapan İspanya bile krallığı geri getirdi.

Eğer Türkiye Cumhuriyetimizin demokratik kazanımlarını general edası ile konuşan savcılar nedeniyle kaybedersek asıl bölünme o zaman meydana gelir.

Demokrasiler, toplumsal muhalefetin ifade edilmesine fırsat verildiği çağdaş yönetimlerdir.

Çağdaş yönetimlerde “dini ticarete alet etmek” şeklinde bir kavram mı var?

Üniversiteli başörtülü kızlar eğer dini siyasete alet ediyorlarsa, okullarında kamu düzenini bozacak olaylar yapıyorlarsa yapanların yakasına yapışın.

Bir hırsız nedeniyle herkese kelepçe takılmaz

Türkiye’de El Kaide sempatizanı radikal gruplar yok mu? Tabii ki var. Ama radikal grupların eylemlerini maksimize ederken, psikolojik savaş yöntemleri ile pireyi deve yaparak bütün başörtülüleri suçlu ilan etmek hakim cüppesi giyen bir kişinin yapması gereken bir hareket değildir.

Paranoid yöneticiler “Kitlesel iç düşman” mantığı ile toplumunu potansiyel suçlu olarak algılar ve yorumlarlar. Yargı gibi kutsal görevleri ifa etme makamında olanlar kimi paranoid yöneticiler gibi hareket etmemelidirler.

Toplumun demokratik tepkisine ihtiyaç var

Sayın Süleyman Demirel’in kendi mizahi üslubu ile Sayın Başbakan için “Tayyip Bey cesur adam, cesur geri adımlar atıyor” dediğini okumuştum.

Bu noktadan sonra bu konuda canı yananlar demokratik tepkilerini ifade etmeliler. Geçmişteki 163’cü madde benzeri bir madde geldiğinde mevlit okunması bile baskına uğrama riskini doğurur.

Eğer bireyler haklarına sahip çıkmazlarsa o hakka layık değildirler demektir.

Sayın Başsavcı kendisini tek parti devrinin başsavcısı olduğunu zannediyorsa bir daha düşünsün.

İnsan hak ve özgürlükleri kolay elde edilmemiştir. Lütfen herkes kendi hak ve özgürlüklerine sahip çıksın. Türkiye’nin Güney Amerika yapılmasına fırsat vermemeliyiz.

Korkularımızı kendimiz gerçekleştiririz

Türk toplumunun genç kızları kutsal devlete itaat ederek inançlarından vazgeçip artık başlarını açar mı? Bu soruya evet diyecek hiçbir sosyal bilimci yok. Üniversitelerde başörtüsü özgürlüğü verilmezse ne olur?

Birinci ihtimal, gerginlik devam eder ve daha radikal bir parti gelir.

İkinci ihtimal, darbe olur. Askeri irade silah zoru ile bu işi çözmeye çalışır.

Maltepe Tugay örneği ilginçtir.

1997’de Refah Partisi’nin kapatılma kararı açıklanırken askeri birliklere EMASYA alarmı veriliyor. Tugay Komutanı askerlere, “Sultanbeyli’ye baskına gittiğinizde yürüyüş yapan her sakallıya ateş edilecek” emri veriyor. Bunun üzerine bir er “Komutanım önce size ateş ederim” diyor. Ben bu bilginin doğru olduğuna inanıyorum.

Halk eskisi gibi sürü psikolojisinde değil artık, herkes hesabını ona göre yapmalı. Gizli psikoloji yasalarından birisi de “Benzer benzerini çeker” yasasıdır. Türkiye İran gibi olacak diye takıntı yapanlar, olayları bilimsel ve sosyopsikolojik değerlendirmeyenler farkında olmadan radikalleri güçlendiriyorlar ve korkularının gerçekleşmesine zemin hazırlıyorlar.

Korkuyla en iyi mücadele yöntemi alternatif ve güven verici projeler oluşturmaktır.

İki satırlık çözüm: Kamu düzenini bozacak simge tanımlaması

Başörtüsünü yasaklama kararı ilk defa Başbakan Bülent Ulusu’nun genelgesi ile başladı.

Kamu düzenini bozacak simgeleri genel olarak tanımlayan bir genelge sorunu çözer.

“Parti amblemleri, PKK amblemi, kıyafet biçimi” gibi tanımlamalar yapılabilir. Böylece bakanlıklarda, belediyelerde parti broşürleri bile bulundurmayacak bir uzlaşma fedakârlığı gerçekleşmiş olur.

MHP’nin gösterdiği milli irade paralelindeki yaklaşım yüzde 60-70 uzlaşma demektir.

Bu oran uzlaşma için yeterlidir.

Saturday, January 5, 2008

Engizisyonun son mahkûmu : Nur Vergin

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=633800


Mümtazer Türköne , Zaman , 06 Ocak 2008, Pazar


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

m.turkone@zaman.com.tr

Engizisyonun son mahkûmu : Nur Vergin



Galileo "dünya dönüyor" derken aslında bilinen yalın bir gerçeği tekrarlamıştı. Biliniyordu; çünkü İslâm alimleri dünyanın dönmesinden öteye, güneş sisteminin nasıl işlediğini bile birkaç asır önce açıklamışlardı.

Kilise patronları ise engizisyon mahkemesini topladılar ve bu basit gerçeği söyleyen adamı mahkûm ettiler. Neden? Çünkü bu gerçeği söylemek, kilisenin otoritesine meydan okumak demekti. Kilise, Aristo'dan alınan yedi aşamalı "kainat hiyerarşisi"ni benimsiyordu. Kilise'nin kabul ettiği sisteme göre dünyanın değil, güneşin dönmesi lâzımdı. Bu sistemi reddetmek kilisenin iktidarına meydan okumaktı.

Nur Vergin'in söylediği "Türkiye dönüşüyor" sözü de herkesin bildiği yalın bir gerçek. Bu dönüşümü de yine hepimizin bildiği nedenlere dayanarak açıklıyor: "Bunun sebebi, on yılların birikimi" diyor Nur Hanım; "Halkın sisteme ve siyasî elitlere, hatta genişletelim, halktan biraz kopuk kalmış aydınlara, bürokratlara öfkesi..."nin birikimi. Bu öfkenin önünde kilise patronları da duruyor. Nur Vergin'in sözleri Kilise'nin kurduğu düzene açık bir meydan okuma. Engizisyon hemen toplanıyor ve Kilise'nin otoritesini iade etmeye girişiyor.

Nur Vergin'i sadece siyasal bilimler alanında yer alanlar değil, Türkiye ve dünya hakkında kalem oynatan herkes yakından tanımakla mükelleftir. Batı bilimine hakkıyla vakıftır ve birikimini namusluca Türkiye'yi anlamak için kullanmıştır. Atatürk'ün meşhur sofrasının en itibarlı müdavimlerinden Nuri Conker'in torunudur. Laikliğin anavatanı olan Fransa'da yedi yaşından 30 yaşına kadar eğitim görmüş bir "cumhuriyet kadını"dır. Ne kimliği ve kişiliğinin, ne de bilimsel birikiminin tartışmaya açık bir tarafı yoktur.

Bu hafta Vatan Gazetesi'ne verdiği mülakat, Nur Vergin'in sosyolojik vukufuna dair birkaç misalden ibaret. Sistem dönüşümünü (yani demokratikleşmesini) sosyolojik arka planı ile anlatıyor. Bu dönüşümün doğal mecrası içinde kendi mimarlarının önünü açtığını, böylece kansız ve kavgasız bir şekilde gerçekleştiğini belirtiyor. AK Parti'yi bu dönüşümün "emniyet kemeri" olarak tanımlıyor. Sonra da bu dönüşümden rahatsız olanlara tersinden bir okuma yaptırıyor: "Cumhurbaşkanının eşi türbanlı olmasın demek, çoğunluğu başörtülü olan bu halka bir hakaret değil miydi?" diye soruyor. Engizisyon, bu sorunun cevabını vermek yerine işkenceye girişiyor.

Biri Vergin'e "Neden Marksist değil?" diye soruyor. Soğuk savaş döneminden kalma ilkel Marksizm'in araçlarını bile doğru dürüst kullanamayan bu "hoca"nın, marjinal sol dergilerde bile kendisine yer bulamayacak "not"unu Yalçın Bayer olduğu gibi köşesine taşıyor. Ne için, herhalde bu saçmalıkları okutup Nur Hanım'a işkence yapmak için. Bir başkası, "2,5 dönümlük arazisine imar izni alabilmek için bu mülakatı verdi" işkencesine giriyor. Nur Vergin'in kaleminden çıkan didaktik makalelerden birini bu iddia sahibinin önüne koysanız, her cümlesini on defa okutsanız acaba bir ilerleme kaydedebilir misiniz? Sanmıyorum. Düşünce açıklamayı, bel hizasının altına vurmanın bahanesi olarak gören bu ilkelliğin etki gücü de artık kalmadı.

Ertuğrul Özkök'ünki ise "Laik hayat tarzı" işkencesi. Vergin'in verdiği bir "toplum baskısı" örneğini, "laik hayat tarzı"nı benimsemiş insanlara atılmış "öylesine ağır bir iftira" olarak niteliyor ki, bize sadece bu "öfkeli itiraz"ın o "hayat tarzı" içindeki yerini düşünmek kalıyor. Nur Vergin, Batılı ölçülerde laikliğin icmalini eksiksiz yapan bir entelektüel. Onun laikliğin kavramsal dünyasını özetlediği ve sınıflandırdığı makalelerinden birini bile okuyan "laik hayat tarzı"nın neden olamayacağını anlar. Bir "hayat tarzı"nın laiklikle ilişkisi nasıl kurulabilir? Laiklik nasıl bir "hayat tarzı" olabilir? Bu engizisyon işkencelerinin sebebinin, "halkın kiliseye duyduğu öfkeyi" Türkiye'nin dönüşümünün nedenleri arasında zikretmesi olduğunu Nur Vergin, eminim ki biliyordur. Tasa etmesin, ortada iktidarı falan kalmadı; engizisyon işkencesi dediğimize de biraz "ironi" ile yaklaşmak lâzım.

06 Ocak 2008, Pazar

Kim oluyor bu haddini bilmezler !

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140901


Ali Karahasanoğlı , Vakit , 05 Ocak 2008




Kim oluyor bu haddini bilmezler!

05 Ocak 2008



Kim oluyor bu haddini bilmezler !

Ali İhsan KARAHASANOĞLU

TRT’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün konuk olduğu programı izlerken, Türkiye’yi yönlendiren kartelin kirli yüzünü bir defa daha canlı canlı görüyoruz.

“Tayyip Erdoğan, 3 Kasım seçimlerinde milletvekili adayı olabilecek mi?” tartışmaları yapılırken, Yargıtay’da bir yüksek yargıçtan aldığı bilgiyi Milliyet’te manşete çeken Fikret Bila, “Aday olamaz” diye son noktanın konulduğunu söylüyordu..
Habercilik duygusu ile manşete çekilmiş olsa, şapka çıkartırım.
Ama habercilik değil, egemenlerin sözcülüğü yapılıyordu..
Çünkü dosya henüz Yargıtay’a gelmemişti bile..
Peki o manşetin anlamı neydi?
Yasakçı Yargıtay üyesinin kafasındaki karar, önceden halka iletilerek, kamuoyunun yasak lehinde oluşturulmasının sağlanması..
Daha açık söyleyelim; Fikret’in işi, yasakçıların sözcülüğünü yapmaktı.. Aksi olsaydı, kendisine o açıklamayı yapan Yargıtay üyesini manşete çekerdi: “Siyasallaşmış yargı böyle olur: Dosya Yargıtay’a gelmeden, hakimin kararı cepte hazır!”
Yargıtay hakimini değil, TayyipErdoğan’ın engellenmesi gerektiğini manşet yaptı.. Sonraki aylarda da, görevini suistimal eden o hakimin kimliğini ısrarla gizledi..
Fikret’in görevi, sadece seçim öncesine münhasır değil.. Sonrasında da, yasakçılardan yana tavrı hiç inkitaya uğramadı. Hatta bir defasında, BaşbakanTayyip Erdoğan’ın ağzından “vatan hainliği” ile de suçlandı. MGK toplantısı öncesinde, askerlerin masaya neleri getireceğini, belge mahiyetindeki bilgilerle kamuoyuna deşifre etmişti!
Vatan hainliğine karşı, bir-iki çekingen tavırlı açıklamalar yaptı. Sonrasında konu kapatıldı gitti!
Olsun, onlarda utanma diye bir şey yoktur zaten..
Dün suçlanırlar, bugün gelir kapınızda patronun sorularını tekrarlarlar yine..
Önceki akşam da, tam kendisine yakışan soruları yöneltti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e: “Suud kralının ayağına gitmeniz eleştirildi. Nasıl yorumluyorsunuz?”
Olayı bilmeyen birisi de zanneder ki, Cumhurbaşkanı gidip Suud kralının eteğini öpmüş!
Adam kalkmış Türkiye’ye gelmiş. Yani binlerce kilometre uzaktan, seni sayıp, sana saygı gösterip, ülkene gelmiş. Sen de ona bir karşı saygı gösterisi ile, kaldığı otele gitmişsin..
Olur mu, kartel bu işten ne olaylar çıkartacak bakın siz... Çıkartıyor da işte..
Diyarbakır’da bugüne kadar rastlanmamış yeni bir terörist eylem metodu gerçekleştirilmiş. Programın yayınlandığı saate kadar yapılan açıklamalara göre 5 insanımız ölmüş. Adamların derdine bak, “Suud kralının ayağına niye gittiniz?”
Sayın Gül de, cevabını veriyor.. Mütekabiliyetten bahsediyor. Suud kralının bir yılda Türkiye’ye ikinci ziyaretini yaptığını, bu yılki ziyaretlerden öncekinin ise 50 yıl evvel olduğunu anlatarak, olayın önemini izaha çalışıyor. Arkasından, Suud kralının, Avrupa ülkelerinde nasıl karşılandığını, havaalanlarına kadar gidilerek karşılamalar yapıldığını anlatıyor. Devamla tam “Suud kralı önemli bir şahsiyet” diyordu ki, kartelin 40 bin satan, ha kapandı ha kapanacak gazetesinde yazan diğer had bilmezi atlıyor hemen: “Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı da önemli bir makam!” deyiveriyor!
“Aaa.. Biz de başka bir şey sanıyorduk, iyi ki hatırlattın” diye tiye alıp kafa bulacağınız tam bir sallamalık örneği, anlayacağınız!
Moral bozmak, konuşma ahengini dağıtmak için yapılmış bir müdahale resmen!
Sayın Cumhurbaşkanı nazik bir insan.. Dengesiz çıkışın faili kartel yazarını, kibarca cevaplıyor!
Ama benim kafamda sorular, ardı ardına sıralanıyor:
% 10 oy gücüne sahiptiniz, bunlara eyvallah ettiniz!.. % 21 oya sahip oldunuz, yine eyvallah ettiniz. % 34.5 oya sahip oldunuz yine eyvallah, % 47 oldu yine eyvallah!
Kim bunlar ya! Kim ki bunlar, bir cumhurbaşkanı, kendisine sorulan biraz da saygısızca soruya cevap verirken, araya girip laf sokuşturmaya kalkışabiliyorlar? Kim ki bunlar, patronlarının yanında el-pençe dururken, Cumhurbaşkanı’nın önünde saygısızlıklarını sergilemekten çekinmeyip, bir de üstelik cümle böldürüp gol atmaya çalışıyorlar?
Kim bunlar?
Bunların en ağababası, bir kanalın başına geçti, oradan meydanlara inmeye kalkıştı. Aldı boyunun ölçüsünü, oturdu yerine..
Şimdi onun çırakları kim oluyor ki; halkın önüne gittiğinde, gümbür gümbür % 47 oyla gelen insanları, açığa düşürmeye çalışıyorlar!
Ve onlara bu fırsatı verenler kim oluyorlar?
Devletin televizyonunda, cumhurbaşkanı ile laf yarışına girmeye kalkışılmasına onay veren kim?
Kimden alıyor bu yetkiyi?
Değil mi ki; onların öve öve bitiremedikleri cumhurbaşkanları, 7.5 yıllık görev süresi içinde, kendilerine tek bir soru bile sordurmadı! Bir tanecik olsun, basın toplantısında kendisine soru sordurmadı!
Şimdi ne oluyor da, sorulan soruya verilen cevaba, bir de karşı soru ile sıkıştırma taktiği uygulamaya kalkışılıyor?
Kimsiniz, necisiniz siz beyler? Söyleyin necisiniz siz?

Friday, January 4, 2008

Gerçeği görmezden gelince sorunlar da yok olur mu ?

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140880


Mehmet Barlas , Posta , 04 Ocak 2008



Gerçeği görmezden gelince sorunlar da yok olur mu?

04 Ocak 2008



Mehmet BARLAS Gözlem

Gerçeği görmezden gelince sorunlar da yok olur mu ?


İki devekuşu ordusu birbirleri ile karşılaşıp savaşmak için çölde ilerliyorlarmış.
Bu ordulardan birinin başındaki komutan devekuşu, karşıdan gelen düşman devekuşu ordusuna bakınca ürkmüş. Çünkü düşman devekuşu ordusu sayıca, kendi ordusundan birkaç kat daha kalabalıkmış.
Yenilginin kaçınılmaz olduğunu anlayınca savaşmaktan vazgeçmiş ve ordusundaki devekuşu savaşçılara "saklanın" diye komut vermiş.
Bu komutu duyan devekuşu savaşçılar hemen başlarını kumlara gömmüşler.
Karşıdan gelen kalabalık devekuşu ordusunun komutanı ise büyük bir şaşkınlığa gömülmüş. Yaverine "Karşımızdaki koca ordu bir anda nasıl yok oldu?" diye sormuş.
Zoologlara sorarsanız, devekuşları başlarını kuma su aramak için gömerlermiş. Ama "başını kuma gömmek" kavramına kaynak olan bu davranışlarının, edebiyat ve siyaset alanına esin kaynağı olduğu da kesin.

Gerçeği görmezden gelmek
Özellikle bu coğrafyada sorunları görmezden geldiğiniz zaman, onların var olmadığını da düşünmeniz, alışılmış bir durumdur. Bu davranışı geliştirdiğiniz zaman, istediğiniz gerçekleri görür, istemediklerinizi görmezden gelebilirsiniz.
Örneğin 2001 ekonomik krizi ertesinde batan ve el koyulan bankaların kamu maliyesine olan yüklerini katlayarak sıralar, bunların sorumlularını "hortumcu" benzeri sıfatlarla sürekli aşağılarsınız.
Ama ekonomi edebiyatımıza "görev zararı" olarak geçen kamu bankalarının maliyeye yüklediği zararları görmezden gelebiliriz. Bu zararların sorumlularına kimse "hortumcu" falan demez.
Sosyal güvenlik sisteminin göz göre göre iflasını da başımızı kuma gömerek yıllarca görmezden gelebiliriz. Bu sistemdeki bozukluğu düzeltmeye kalkanlara da, "Devlet memurlarının kazanılmış haklarına kimse dokunamaz" diye tepki gösterirken, bir yandan "Bu gidiş iyi gidiş değil, ekonomiyi kriz bekliyor" benzeri felaket söylemlerini aynı anda seslendirebiliriz.

Birand'ın listesi
"Güneydoğu sorunu" içindeki "Kürt realitesi"ne de başımızı kuma gömerek yaklaşmadık mı yakın tarihimizde.
Dün Mehmet Ali Birand çarpıcı bir liste yayınlamıştı POSTA'daki köşesinde.
Buna göre Osmanlı'nın son döneminde 1806-1920 arasında 13, cumhuriyet döneminde de 1924-1999 arasında 25 tane silahlı kalkışma olmuş Güneydoğu'da. PKK güdümündeki eylemler, bu listenin son sırasında.
Örneğin 1930'lu yıllarda yer alan şu kalkışmaları kaçımız biliyoruz:
- Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh)/ Zeylan isyanı (1930- Van)/ Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs)/ Oramar isyanı (1930- Van)/ III. Ağrı harekatı (1930)/ Buban Aşireti isyanı (1934-Bitlis)/ Abdurrahman isyanı (1935-Siirt)/ Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt)/ Sason isyanı (1935-Siirt)/ Dersim isyanı (1937-Tunceli)
Açıkçası ne bu kalkışmaların içeriğini tam bilebildik, ne de Güneydoğu sorunu üzerinde yapılmış çalışmaları okuyabildik. Bu alana girmeyi deneyenler tutuklandı, sayıları zaten çok az olan kitaplar da toplatılıp, yasaklandı.
Siyaset bilimi de, sosyoloji de diğer sosyal bilimler de, toplumsal olguları irdelemeleri, sorunlara çözümler üretmeleri ve gerçeğin anlaşılması için vardır.

Anlamamak daha mı doğru?
Şimdi olanca gücümüzle "Kürt realitesi"nin her boyutunu anlamaya, bunun kötü bir yan ürünü olan bölücü terörü yok etmeye ve bu gerçeği, demokrasi, hukuk ve insan hakları sürecine yerleştirmeye çalışıyoruz.
Ama aynı sırada başımızı "türban"a gömmüş biçimde toplumdaki inançları, gelenekleri ve bunların sosyo-politik yaşama yansımalarını görmezden gelmekteyiz.
Bu alanda "merkez"in dışındaki çizgide görüş açıklayan, olayı farklı boyutları ile anlamaya çalışanlar da, kendilerini "seçkinler" olarak gören devekuşları tarafından karalanıyor, "iktidar yanlısı" diye hafife alınıyor…
Bu devekuşlarının tek söylemleri şu anda "çok endişeliyim"den öteye gidememekte. "Türkiye gerçeği"ni anlamaya çalışmak yerine, Malezya, Dubai, İran, Suudi Arabistan arasında dolaşıp durmaları da, turistik bir sosyoloji ekolü oluşmasından başka bir işe yaramıyor. Dayanıklı tüketim malı olarak algıladıkları "cadı kazanı"nda ise şu anda Prof. Dr. Nur Vergin'i kaynatmaya çalışmaktalar.
Kısacası, bazen insan toplulukları da başlarını kuma gömer ve bazıları bunların suyu (veya gerçeği) aradığını da sanabilir.


mbarlas@posta.com.tr

Thursday, January 3, 2008

Kemalizm ile nereye kadar ?

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=632772


İhsan Dağı , Zaman , 04 Ocak 2008, Cuma


İHSAN DAĞI

i.dagi@zaman.com.tr

Kemalizm ile nereye kadar ?


Hürriyet'in iki yazarı 'Kemalizm ve Batı meselesi'ni tartışmaya açmış. Biri, 'Batı, Kemalizm'in kökünü kazımaya kararlı' diyor; diğeri, 'AB ile Kemalizm'in değerlerinin örtüştüğü'nü iddia ediyor.

Kimse Kemalizm'i tasfiye edecek gizli güçler ve komplolar aramasın. Homojen bir ulus, tepeden inmeci-otoriteryen bir siyaset ve dünyaya kapalı bir ekonomi tasarlayan Kemalizm'i, piyasa ekonomisi, demokrasi ve küreselleşme tasfiye edecektir ve de etmektedir. Yani sorun Batı değil, bu süreçlerin harekete geçirdiği ve dönüştürdüğü iç dinamikler ve aktörlerdir. Kemalizm tarihin, yani hayatın akışına yenik düşmüştür. Aslında neo-Kemalistler de bunu bildiklerinden küreselleşmenin, piyasa ekonomisinin ve demokrasinin amansız muhalifleri oldular.

Kemalistler öfkeli, çünkü devlet aracılığıyla toplum üzerindeki denetim gücünü ve araçlarını kaybettiler. Geri dönülmez bir süreç bu. Bir gün hasbelkader 'iktidar'ı ele geçirdiklerinde bile bu iktidarla toplumu 'tanzim etme' imkânları yok. Toplum, devletin denetiminden, yani devlete hakim olan ideolojinin kontrolünden ilelebet çıktı. Devlet, piyasaya hükmedemeyince siyasete de topluma da hükmedemez. Özellikle bir iktisatçının Kemalizm için en büyük tehlikenin Batı değil, piyasa ekonomisi olduğunu bilmesi beklenir. Piyasa ekonomisi, farklılıkları üretiyor, tahkim ediyor; farklı olmanın ekonomik altyapısını oluşturuyor. Devlet kapısı dışında bir kazancın mümkün olduğunu gösteren pazar ekonomisi 'yurttaşları' özgürleştiriyor, devletin denetiminden çıkarıyor. Hani, çalışmaya başlayan, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınların erkek egemenliğine isyan etmeye başladığını söylüyoruz ya modernist bir övünçle, bu da böyle bir şey... Piyasa ekonomisi ile devlete muhtaç olmadan yaşayabildiğini gören halk, özgürleşiyor. Başkaldırıyor 'devlet baba'ya ve onun ideolojisine. Devlet memurları ideolojisi olan Kemalizm, pazar ekonomisinin içine sığmıyor, sığmaz.

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Kemalizm'i 'herkesin benimsemesi gereken bir devlet ideolojisi' olarak nitelemişti. Pazar ekonomisinin genel geçer kural olduğu, açık toplum fikrinin geliştiği, etnik veya dinsel kimliklerin yeniden keşfedildiği bir toplumda 'devlet ideolojisi' olabilir mi, 'tek tip' vatandaş yetiştirilebilir mi? İdeolojik, bireysel, dinsel, etnik farklılıkların (çoğullukların) ekonomik ve siyasal kurumlarıyla pekiştiği bir ülkede tek bir ideolojiye mutlak itaat nasıl beklenir? Türkiye, bu gelişmişlik düzeyi ile nasıl 'parti devleti' olarak tasarlanabilir? Bunlar artık mümkün değil... Kemalizm bugünkü dünyanın ruhuna aykırıdır; piyasa ekonomisi, demokrasi ve çoğulculuk ortamında hayat bulamaz...

Kemalizm, dünyadan kopuk bir Türkiye'nin ideolojisi olabilir. Bugün özel sektöre dayalı olarak büyüyen, hem de rekor % 7'lerle büyüyen, yılda 20 milyar dolar yabancı sermaye yatırımı çeken, ihracatı 100 milyarı aşarken bunun neredeyse tümünü özel sektörle gerçekleştiren bir Türkiye'nin 'ideolojisi' olabilir mi, ki bu ideoloji Kemalizm bile olsa? Türkiye, ideolojilerin deli gömleklerine sığmayacak kadar dinamik, çoğul, zengin ve özgür artık. Türkiye'nin dünyadan kopmasını istemeyenler Kemalizm'in aşılması gerektiğini ve de aşıldığını görüyorlar. Kemalizm, dünyayı korkutuyor olabilir. Kendi halkına, komşularına, dünyaya meydan okuyan, maceraperest ve otoriteryen 'çağdaş' neo-Kemalist hareketler gerçekten korku salıyor etrafa... Bir sebebi olmalı bu korkunun. Günümüzde neo-Kemalizm kılığında karşımıza çıkan hareket aslına döndü; İttihatçılığa... İttihatçıların kendi halkına, aynı dini ve ırkı paylaşmayan Osmanlılara ve muhaliflerine neler yaptığını bilmeyen mi var? Yani, korku sebepsiz değil.

Kemalizm ile nereye kadar? Piyasa ekonomisine, demokrasiye ve açık topluma kadar.


04 Ocak 2008, Cuma

'Devletle değil, toplumla uzlaşın'

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=290750


Ümit Kardaş


'Devletle değil, toplumla uzlaşın'



Sivil anayasa tartışmalarını değerlendiren emekli askeri hakim Dr. Ümit Kardaş, AK Parti’nin sivil anayasa çalışmaları için askerle uzlaşmasına karşı çıktı.

03 Ocak 2008 21:30

'Devletle değil, toplumla uzlaşın'

2008’de bir Sivil Anayasa’mız olacak mı? Sivil bir anayasa yazmanın koşulları gelişmiş durumda mı?

Yazılabilir tabi. Ama AKP’nin bu konuda benimsediği yöntem uygun değil bence. Bu konuda sivil mi, ben kuşkuluyum. AKP gerçekten sivil koşulları yaratsaydı, Sivil Toplum Örgütleriyle ve partilerle, tüm toplumsal kesimlerle konuşulsaydı, tartışılsaydı, süreç aşağıdan yukarıya doğru işletilseydi, gerçek anlamda sivil bir anayasa olacaktı. Ama yukarıda Bilim Kurulu’na yazdırılmış taslağı AKP şuanda dayatmış oluyor. Yani yapılış biçimi ve yöntemi açısından pek sivil değil, her ne kadar bir siyasi parti yazıyor olsa da.

Peki bu anayasanın ilk defa bir darbe ürünü olmaması, asker tarafından yazılmayacak olmasının bir önemi var ama değil mi?

Tabi siyasi önemi var. Bir siyasi parti yazıyor neticede. Fakat önümüzde böyle bir fırsat varken bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekiyor. Kürt sorunuyla meşgul olurken bu açılımı yapmak gerekiyor.

Bir görüşe göre, her 10 yılda bir darbe olmasının nedenlerinden biri sivil bir anayasanın olmaması. Eğer siviller, siyasi bir parti anayasa yazarsa, darbe yapmanın da önü tıkanmış olur. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Demokrasi sadece anayasa ile hallolmuyor tabi. Tabiî ki sivil anayasa önemli fakat artık darbe yapılmasına gerek yok. Askeri vesayet devam ediyor. Dolayısıyla sivil anayasanın gerçekten sivil olması için, toplumun yapması, azınlıkta olanların kabul edilmese de fikirlerini beyan etmeleri ve sahiplenmeleri gerekiyor.

Yani aslolan sürece katılım…

Evet evet. Bu sahiplenme, katılma psikolojisinin sağlanması lazım. Bir de mevzuat sütunları olarak diğer yasaların da elden geçmesi gerekiyor. Zihniyet ve tüm kurumların değişmesi gerekiyor. Yani yeni anayasayla birlikte diğer yapılar da bütünlüklü olarak değişmeli. Yoka anayasanın tek başına çatı olarak değişmiş olması yeterli değil.

Anayasa için temel değil, çatı diyorsunuz o zaman?

Evet çatıdır, üst yapıdır bence.

Türkiye’de hem devlet içerisinde hem de toplumun bir kesimi sivil anayasaya karşılar. Bunlar sizce kimler ve neden karşı çıkıyorlar?

Mevcut sistemden rant sağlayanlar kesinlikle karşılar tabi. Bunlar arasında bazı siyasi partiler de var, askeri ve sivil bürokrasi de. Bunlar şuandaki güçlerini kaybetmek istemiyorlar. Ancak sivil anayasa yazılmasını engelleyemeseler, bu anayasanın daha demokratik, farklılıklarla birlikte barış içerisinde yaşanmasını sağlayacak bir anayasa olmasını engellemeye çalışacaklardır. Burada toplumun desteğini almak önemli. Abant Platformunda konuştuğumuz AKP’liler mümkün olanı yapmaya çalıştıklarını söylediler. Bu AKP’nin işi devletle, askerle uzlaşmaya çalışarak yapmaya çalıştığını gösteriyor. Ama bu iş uzlaşmayla olmaz. Uzlaşırsan onların hakimiyetini artırmış veya en azından devam ettirmiş olursun. Onlarla değil, toplumla uzlaşmak zorundasın. Liberallerin, demokratların, toplumun farklı kesimlerinin katkısını arkana alırsan daha rahat edersin.

O zaman AKP, anayasa çalışmalarından toplumun uzlaştığı bir metnin değil, kendisinin devletle uzlaştığı bir metinin peşinde diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Aynen öyle. Kendi alanlarını açmak niyetindeler çünkü. Oysa dediğim gibi anayasa toplumsal mutabakat metnidir.

Bir de anayasada en önemli tartışma konusu vatandaşlık tanımı. Kürt sorunu da burada düğümleniyor. Bu noktada vatandaşlık tanımı nasıl olmalıdır sizce?

Vatandaşlık tanımı yapılmasının çok gerekli olmadığını düşünüyorum. Ama illa da gerekiyorsa, “Herkes dil, din, ırk, cinsiyet farkı gözetilmeksizin Türkiye Cumhuriyeti Devleti yurttaşıdır.” denebilir. Vatandaşlık tanımı bir etnisiteye dayandırılmamalıdır. Herkesin eşit yurttaş olduğu vurgulanmalıdır.

Irki, cinsi, dini her türlü ayrımcılığın da anayasal suç konuma getirilmesi gerekiyor mu sizce de?

Tabi. Farklılıklarımızla birlikte barış içinde yaşamak için bir takım ilkelerin koyulması gerekiyor. Bunun için yerel özerkliklerin de sağlanması gerekiyor bence. Bu üniter yapıya aykırı bir şey değil. Birlikte yaşam için gerekli.

Önemli bir diğer husus, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler. Bu aslında anayasayı yazan askeri otoritenin Meclis’e ve dolayısıyla topluma güven duymadığını da göstermiyor mu?

Elbette. Her şeyin özgürce tartışılması lazım oysa. Ne demek teklif dahi edilemez? Tartışma ve fikir özgürlüğünün önünde hiçbir engelin olmaması lazım.